Archive | Ekim 2015

CUMHURİYET GÜCÜMÜZDÜR… GÜCÜMÜZÜ BİLELİM..

CUMHURİYET; FİKREN, İLMEN, FENNEN, BEDENEN KUVVETLİ VE YÜKSEK SECİYELİ MUHAFIZLAR İSTER. YENİ NESLİ BU KEMİYET VE KEYFİYETTE YETİŞTİRMEK SİZİN ELİNİZDEDİR. Gazi Mustafa Kemal Atatürk (1923)

Cumhuriyetimiz; Anadolu’daki Türk milli varlığının ortaya koyduğu, geliştirdiği ve yücelttiği bir milli oluşumdur. Tarihi ömrünü tamamlamış Büyük Cihan İmparatorluğu içinden yeni ve bağımsız bir milli devlet yaratma çabalarının neticesidir.

Bu muhteşem oluşum, dünün emperyalist sömürgeci, bugünün küresel dünya güçleri tarafından bir türlü hazmedilememektedir. Kuruluşunun 92’nci yıldönümünde Cumhuriyetimiz; sahip olduğu milli güç potansiyeli ve coğrafi konumunun kazandırdığı özellikler dolayısıyla dünya çıkar çevrelerinin hâaâ göz diktiği bir varlıktır.

Dünya emperyalist güçlerine karşı verdiğimiz ölüm-kalım mücadelesi sonucunda kurulan Cumhuriyetimizin 92 yılda ulaştığı gelişmişlik seviyesi kolay olmamıştır. Sahip olduğumuz topraklarda çıkarı olan devletler ile bunların içimizdeki gizli uzantılarına karşı her alanda verdiğimiz mücadele devam etmektedir. Bu topraklarda kaldığımız sürece bu amansız mücadelenin bitmeyeceği de bir gerçektir.

23 Nisan 1920’de açılan TBMM ile başlayan “Milli Hâkimiyet fikri ve bu hâkimiyetin kayıtsız şartsız Türk Milletinde olduğu” esası; cumhuriyet idaresinin ayrılmaz unsurudur.

Türkiye Cumhuriyeti; tarihin çok çetin tecrübelerinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu çıkışta dökülen on binlerce şehidin kanı vardır. Gazilerimizin üstün gayreti, alın teri ve döktükleri kanın katkısı vardır.
92 yılda Türkiye Cumhuriyetinin iç ve dış düşmanları ortadan kalkmamıştır. Bundan sonrada kalkmayacaktır. Ancak Cumhuriyetimizin dayanakları olan milli güç unsurlarımız ile Anadolu Türk Toplumunun toprağına ve devletine bağlılığı dolayısıyla bu devletin dünya üzerindeki yeri, üniter yapısı, önemi ve gücü hiç bir şekilde düşmanlarının fiil ve hareketleri ile değiştirilemeyecektir.

2015 29 Ekiminde Türk milletinin önünde Cumhuriyetin korunup-kollanması gibi hayati bir görev bulunmaktadır. Başlayan bu tarihi süreç içinde milletimizin yolunu yine Gazi Mustafa Kemal Atatürk “Gençliğe Hitabesinde” aydınlatmaktadır.

Cumhuriyet yönetimi; Anadolu Türk Toplumunun tarihsel niteliklerini kaynak kabul ederek, bu topluma her şeyden önce iç ve dış barışı önermiştir. 92 yıllık deneyim süresi içinde Cumhuriyet yöneticileri, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ” Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” temel ilkesine birkaç yıl öncesine kadar sıkı sıkıya bağlı kalmıştır. Oysa bugün hem yurt içinde ve komşularımız içinde barış değil savaş vardır.

Cumhuriyetin kurulmasında nasıl kan, emek, ter, ve millet olma çabası varsa; O’nun korunmasında, geliştirilmesinde ve ilkelerinin savunulmasında da ayni çabaların olması gerekmektedir. Fakat günümüzde bunlarda yeterli değildir. Modern ve çağdaş Cumhuriyetimiz bilim üzerine inşa edilmiş bir eser olmak zorundadır. Bu nedenle emeğin, terin ve kan’ın yetersiz kalabileceği anlar olacaktır. Bilgi çağında küresel mihrakların elinde sömürülmekten kurtulmak için bilim ve teknolojide gelişme gereklidir.

Bilim ve teknolojiyi satın alıp kullanan değil, bilgiyi bizzat üretip satan ülke haline gelemediğimiz takdirde küresel çağda ayakta kalmak mümkün değildir. Bu durumda Cumhuriyetimiz ancak müspet bilimlerdeki ilerleme ile çağın gelişmelerine uygun teknolojiye yer verilen bilimsel çalışmalarla korunabilecektir.
92 yıl önceki nesiller için geçerli olan Cumhuriyeti korumanın manevi heyecanı bugün yerini; bu heyecanı daha çok duyan, sıhhatli ve sağlam bir Atatürkçü Düşünce’ ye sahip, tartışma imkânlarına tamamen açık, çağın gelişmesine ve tüm değişmelere hazırlıklı dinamik beyinlere bırakmak zorundadır. Bugün bunda ne kadar başarılı olduğumuz konusunda ise ciddi şüphelerimiz vardır.

Bilindiği gibi Atatürk kendi zamanında moda olan Komünist ve Faşist dikta rejimlerine iltifat etmemiştir. O, artık tarihe karışması zamanı geldiğine inandığı 600 yıllık şanlı tarihe sahip padişahlık idaresini de reddetmiştir. Şeriat devletine de hayır demiştir. O; genç Türk Devletini milletiyle birlikte demokratik bir yönetimle idare etmeyi uygun görmüş ve uygulamıştır.

Cumhuriyetin temeli 23 Nisan 1920’de TBMM’nin kurulması ile atılmıştır. 29 Ekim 1923’te bu rejimin adının konulmasına kadar geçen zaman içinde ülke düşmandan temizlenmiştir. Sonunda galip devlet olarak oturduğumuz Lozan Barış Antlaşması ile dünyanın resmen bizi tanımasını müteakip uygulanan rejimim adının Cumhuriyet olduğu halka ve dünyaya resmen açıklanmıştır.

Cumhuriyetin temelini teşkil eden ana kurum olan Birinci TBMM’de tam anlamı ile demokrasi hâkimdir. Orada bütün fikirler serbestçe tartışılmıştır. Bu mecliste bizzat Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e en büyük muhalefetin yapıldığı meclis zabıtlarında açıkça görülmektedir.

Atatürk; bütün başarılarına Türk Milleti ile birlikte hareket ederek ulaşmıştır. Bugün Atatürk İlkeleri ve İnkılâpları olarak adlandırdığımız gelişmeler; tamamen milletin desteğini alarak, milletin temsilcileri tarafından TBMM’de kanunlaştırılarak bizzat millete mal edilmiştir.

Bunun için Atatürk İlkeleri ve İnkılâpları kalıcıdırlar ve değişmez kurallar olarak toplumumuzda kökleşmişlerdir. Bu kurallar 92 yıldır ülkenin yönetiminde yönlendirici rol oynamakta ve gündemimizi belirlemektedir. Daha nice yıllarda da devam edeceği kesin olarak görülmektedir.

92 inci yılında Türkiye Cumhuriyeti Devleti hür ve demokrat bir ülke olarak bölgesinde uluslararası dengelerin muhafazasında ağırlığı olması gerekmektedir. Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu gibi; dünya egemenliğine oynayan güçlerin menfaatlerinin odaklandığı ateş çemberinde Türkiye’ye önemli görevler düşmektedir. Bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti;
– 78 milyona ulaşan genç ve dinamik nüfusuyla;
– Eğitim ve teknolojisiyle;
– Gurur duyduğumuz güçlü ordularıyla;
– Serbest seçimlerle yönetime gelen siyasi kadrolarıyla;
– Dünyaya açılmış serbest rekabet ortamında başarıları artan ticari kapasitesiyle;
– Ülke meselelerine sahip çıkan sivil toplum kuruluşlarıyla;
– Dünyaya yayılmış başarılı bilim adamlarıyla;
– Kollarını dünyanın dört bir yanına kadar uzatmış eğitim ordularıyla milletinin haklarını her alanda koruyabilecek bir güce erişmiştir.

Modern Türkiye Cumhuriyeti; bin yıldır üzerinde yaşadığı Anadolu’yu gerçek ve kalıcı bir anayurt olarak kabul etmiştir. Bu yurdu modern dünyanın ihtiyaçlarına cevap verecek tarzda mamur hale getirmiş ve halkının müreffeh yaşamasını sağlayacak her türlü tedbiri almıştır.

Mevcut coğrafi konumundan kaynaklanan iç ve dış tehditlere karşı geçen Türkiye; kendisine uzanacak bütün namert elleri hukuk ve demokrasi kuralları içinde alt edecek güce, tecrübeye, bilgiye ve cesarete sahiptir.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk; Türk milletinin öz benliğinde bulunan hürriyet, bağımsızlık, dürüstlük, çalışkanlık ve bilimsellik gibi özgün vasıflarını modern bir devlet bünyesinde bir araya getirmenin huzuru ile anıtkabirde yatarken fikir ve düşünceleri ile de milletimize ışık tutmaktadır.

Cumhuriyet-Bayramı-Kapak-Fotoğrafları-892 yıl sonra Türk Milleti; Atasından emanet aldığı ölümsüz eser Cumhuriyetimiz ile bu Cumhuriyetin temeli olarak kabul ettiğimiz, dünyayı bir uçtan bir uca kaplayan üstün Türk Kültürüne sahip çıkmanın haklı gururunu yaşamaktadır.

Aziz milletimin Cumhuriyet Bayramını kutluyorum…

Dr. Tahir Tamer Kumkale
http://www.kumkale.net
https://kumkale.wordpress.com

RUS SAVAŞ UÇAKLARI SURİYEDE NE ARIYOR?

Yeni Türkiye’nin takip edeceği siyaset, belirsiz ve keyfi olamaz. Bizim siyasetimiz, mutlaka milletin kabiliyet ve ihtiyacıyla mütenasip olacaktır. (Gazi Mustafa Kemâl Atatürk – 1923)
rusyasuriye1
Aşağıdaki “RUSYA, SURİYE SAVAŞINI DURDURDU” başlıklı yazımın tarihi 7 Şubat 2012’dir. Bildiri-Yorum sitesinde yayınlanmıştır. (http://kumkale.net/yazi.asp?id=1110) Bu yazıda, Rusya’nın Suriye için ve Suriye’nin Rusya için ne anlama geldiğini açıklamıştım.
Şimdi Rusya’nın Esad’a destek için muhalif hedefleri bombalamasını bazı gazeteciler ve bilimsel takılan aydın kılıklı bazı efendiler; anlayamıyorlar ve “Nereden çıktı bu Ruslar?” diye soruyorlar.
ABD ve AB ülkelerinin uçakları “İŞID’i bombalıyoruz” bahanesinin arkasına sığınarak aylardır Suriye semalarından Suriye topraklarına hava taaruzları yapıp taş üstünde taş bırakamazken, ve bu beyler bu bombalama işini rutin olarak görüp ses çıkartmaz iken, bu defa ayni işi Rusya yapınca seslerini yüksek perdeden çıkartmaya başladılar.
Önce şunu iyi bilelim. Ruslar bir yerden çıkmadı. 1956’dan beri Rusya askeri ile, kültürü, , ekonomisi ve tüm unsurları ile Şam ile yakın temas halinde idi. Yani 60 yıla yakındır Rusya Suriye’dedir. Zamanı gelmiş, askeri teknolojik eksiklikleri gidermişler ve şimdi harekete başlamışlardır. Aslında öncelikle bölgedeki dengelerin oturmasını beklemişler, Çin ve İran’ın net destek tavırlarının geçerliliğini izlemişler, desteğin geldiğini görünce batının karşısına Asya cephesi olarak yerlerini almışlardır.
1991’den beri bölgeden dışlanan, petrol ve doğalgaz zengini Ortadoğu enerji kaynaklarının kontrolunu ABD ve AB’ye kaptıran Rusya; sonunda oyunda bende varım demiştir. Bu varlığın sürekli olacağının kanıtı olarak silahlı kuvvetlerinin tüm gücü ile Suriyenin yanında yerini aldığını göstermiştir.
Bu yer alma geçici değil, kalıcıdır. Akdenizde yer almak ve Rus bayrağı göstermek Rusya için hayati önemi haizdir. Rus Çarı Büyük Petro’dan Putin’in Rusya’sına intikal eden “Sıcak denizlere inme” hedefi aynen durmaktadır. Küresel aktör olabilmek için batının can damarı enerji koridorunu Doğu Akdenizden kontrol edebilmek için Lazkiye ve Şam Rusya için vazgeçilemez unsurlardır. Bu bakımdan Suriye ile ilişkisi olan ülkeler Rusya faktörünü her zaman gözönüne almak durumundadır.
Özetleyecek olursak. Çin ve İran’ın fiili desteğini garanti eden Rusya; silahlı kuvvetlerini devreye sokarak dünyanın enerji ve ticaret yollarının odağındaki Ortadoğu’nun sadece ABD ce AB’nin kontrolunda olmadığını, Rusya-Çin-İran’dan oluşan Asya gücünün de burada söz sahibi olduğunu gösteriştir. Bölgede şu anda bir güç dengesi oluşmuştur. Bu güç dengesi muhtemel bir üçüncü dünya savaşını şimdilik önlemiştir. Önümüzdeki günlerde bölge kaynaklarının kontrolunun iki blok arasında dengeli dağıtımına şahit olacağız.
Peki bu denklem içinde Türkiye’nin yeri neresidir.?
Türkiye yanlış AK Parti politikaları yüzünden Ortadoğu’dan tamamen dışlanmış ve denklemin dışında kalmıştır. Bundan sonra yapılacak iş her iki blokla olan ilişkilerimizi dengeli bir şekilde muhafaza edebilmek olmalıdır. Türkiye’nin ABD ve AB kadar, Rusya-Çin ve İran ile birlikte hareket etmesinde pek çok çıkarı vardır. Aslında güçlü, iç sorunlarını halletmiş laik bir Türkiye tam ortada durarak her iki blokla olan ikili ilişkilerini devam ettirip buralardan çok iyi kazanımlar elde edebilir. Bunun için Davutoğlu’nun sıfır sorundan sırf soruna götüren derin politikaları değil, Atatürk’ün dış politika anlayışının hakim kılınması esastır.
Dr. Tahir Tamer Kumkale
http://www.kumkale.net
https://kumkale.wordpress.com

RUSYA, SURİYE SAVAŞINI DURDURDU (7 ŞUBAT 2012)
ABD’nin uygulamaya koyduğu Büyük Ortadoğu Plânı çerçevesinde bir süredir ateş ve kan gölüne dönen İslâm ülkelerinin şimdiki durağı Güney komşumuz Suriye olmuştur.

ABD’nin Suriye’nin kontrol ve denetim altına alınması ile elde etmeyi plânladığı üç kazanımı olacaktı. Bunlar, İsrail’in güvenliğini güçlendirmek; Türkiye, Irak ve Suriye topraklarında oluşacak Büyük Kürdistan’ın Suriye bölümünün kurulmasını kolaylaştırmak; Irak petrollerinin Suriye kuzeyinden Akdenize emniyetle aktarılmasını sağlamaktır.

Bugüne kadar Tunus, Mısır, Libyada kolayca hedefe giden ABD’nin işi bu defa kolay olmamıştır. Hernekadar Türkiye ile birlikte yönetimleri satın alınmış bazı Arap ülkeleri ABD’nin işini kolaylaştırmak için çırpınmasına rağmen Suriye’nin Libya misali askeri işgâli ertelenmiştir. Çünkü özellikle Rusya ile Çin devreye girmiş ve desteklerini Suriye’den yana koymuşlardır.

1991’de komünizm ile birlikte dağılarak 15 parçaya bölünen SSCB’nin global işlevlerini devralan Rusya, bugün yeniden bir dünya gücü olduğunu resmen ilan etmiştir. 2000’den beri 12 yıldır Rusyayı yöneten ve 8 yıl daha yönetmesine kesin gözü ile bakılan Putin, Rusya’yı beklenilenden çok önce eski güçlü günlerine döndürmeyi başarmıştır.

2012 yılının Putin yönetimindeki kapitalist Rusya’sı hâlâ dev bir dünya gücüdür. Rusya Federasyonu, BM Güvenlik Konseyi karar alma sistemi içinde ‘Veto Hakkı’ olan beş ülkeden biridir. Bu gücünü en son 3 Şubat 2012’de Suriye’ye yaptırım uygulanmasını öngören BM kararını Çin ile birlikte veto ederek kanıtlamıştır. Bu veto ile Rusya, ABD’nin Büyük Ortadoğu Plânı çerçevesinde Suriye üzerinde oynadığı oyunu temelden bozmuştur. Bununla da kalmamış yıllardır ihmal ettiği Rusya Akdeniz filosunu yeniden devreye sokmuştur. Eski Sovyetler Birliği Akdeniz Donanması’nın (SOVMEDRON) ana üssü olan Suriye’nin Tartus limanında bu defa Rusya donanmasını konuşlandırarak ABD ve NATO’ya “Artık bende burdayım. Plânlarınızda beni de dikkate alın” mesajı vermiştir.

Rusya, vetonun da ötesine geçmiş, sorunun çözümünde doğrudan devreye girerek insiyatifi ele geçirmiştir. Nitekim Suriye’de şiddet devam ederken Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov yanına Rusya Dış İstihbarat Teşkilatı (SVR) Başkanı Mihail Fradkov’u alarak Şam’da Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad ile bir araya gelmiştir. Suriyede halk kitlelerinin Rus bayrakları ile Lavrov’a yaptıkarı sevgi tezahüratlarını iyi değerlendirmek gerekmektedir. ABD başta olmak üzere Batılı güçler teker teker Şam ile diplomatik ilişkilerini kesip diplomatlarını ülkelerine geri çekerken Rusya, aynen soğuk savaş döneminde olduğu gibi eski uydusu Suriye’nin yanında mevzi almıştır.

Peki, Rusya neden Suriye’nin yanında yer almıştır? Bu sorunun cevabının anlaşılması için Rusya – Suriye ilişkilerinin tarihi gelişimini bilmek gerekmektedir.

Moskova-Şam arasındaki ilişkiler 1956 yılında askeri-teknik alanda yapılan işbirliği ile başlamıştır. Soğuk Savaş dönemi ve sonrasında Suriye, Rusya’yı askeri alanda en önemli ve güvenilir ortak olarak değerlendirmiş ve bütün askeri alımlarını Rusya’dan yapmıştır. Geçen süreçte Suriye’ye sağlanan Rus askeri malzemesi 30 Milyar Dolardır. İçinde Suriye ordusuna ait 65 füze sistemi, 5000 tank ve 1200 savaş uçağının bulunduğu silah sistemleri eski nesil teknolojiye sahip olup, bunların % 80’nin yenileştirmeye ihtiyacı vardır. 2010-2013 yıllarını kapsayan 4 yıllık dönem için imzalanan anlaşmalara göre Rusya’dan tedarik edilecek silahların tutarı yaklaşık 600 milyon dolar olarak plânlanmıştır.

Bunun yanında, Suriye askeri güçlerinin modernizasyonu çerçevesinde de Rusya ile müzakereler sürdürülmektedir. NEVA uçaksavar sistemlerinin yenilenmesi, MiG-29CMT ve YAK-130 uçaklarının temini, uzun menzilli S-300 hava savunma füzeleri ile operasyonel-taktik füze sistemlerinin alımı, T-90 tanklarının Rusya’dan temini için çalışılmaktadır.

İsrail Başbakanı Netanyahu’nun Mart 2011’deki Moskova ziyaretinin en önemli gündem maddesi Suriye’ye füze sistemleri satımının ertelenmesini istemek olmuştur. Moskova konuyu ertelenmiş gözükse de, ileride yeniden gündeme gelebilecektir. Çünkü Rusya-Suriye ilişkileri sıradan ilişkilerden değildir. 60 yıldır devam eden Moskova-Şam birlikteliği Ortadoğu’da bölgesel ve küresel etkilerinin de olabileceği bir fay hattı oluşturmaktadır. Bir taraftan, Rusya silah ticareti ile ticari kazanç sağlarken, diğer taraftan da bu konuyu Suriye ve İsrail ve hatta ABD arasında bir pazarlık konusu yapmakta ve bölgede önemli bir aktör olarak gücünü korumaya devam etmektedir.

Rusya’nın 2010 yılı silah satış anlaşmaları tutarı 15 milyar dolardır. Arap devrimleri süresince sadece silah ticaretinden kaybı 6 milyar dolardır. Bunun 4 Milyarı Libyadan kaynaklanmaktadır. İran ve Libya ambargolarından sonra Suriye, Rusya’nın silah ihracatı yaptığı en önemli pazar haline gelmiştir. Dolayısıyla bu pazarı kaybetmek istememektedir.

Suriyedeki Beşşar Esad rejimini açıkça destekleyen Rusya’nın bu desteğinde tarihi arka plânı da olan askeri-teknik ve ekonomik nedenler kadar jeopolitik çıkarlar da önemli rol oynamaktadır.

Suriye’nin Tartus Limanı, stratejik bir bölge olup 1971’den beri önce SSCB’nin şimdi Rusya’nın Akdeniz filosuna ana üs olarak ev sahipliği yapmaktadır. Bu ana üs Rus donanmasına teknik ikmal, donanım desteği ve gemi onarımları amacıyla kullanılmıştır. Uzun süre bakımsız kalan tesisler 2008’deki Rusya-Gürcistan Savaşı sonrası ele alınarak kullanıma hazır hale getirilmiştir. Halen Akdeniz’deki bu tek Rus askeri deniz üssünün modernizasyon projesi çerçevesinde limanının genişletilerek büyük gemilerin ve hatta uçak gemilerinin kullanımına açılması için çalışmalar aralıksız sürdürülmektedir.

Tartus’taki üssün muhafazası ve genişletilmesi Rusya’nın Arap dünyası ve Doğu Akdeniz’deki varlığı açısından da çok önemlidir. Tartus, Doğu Akdeniz’de Rusya’nın varlığının tescilidir. “Arap Baharı” neticesinde ortaya çıkan yeni siyasi iktidarların muhtemelen Batılı politikalar takip edecekleri düşünüldüğünde bu durumun Rusya’nın Arap dünyasındaki imajına olumsuz etkide bulunacağı açıktır. Suriye’de de muhtemel bir rejim değişikliği Tartus’taki Rus üssünün geleceğini de tehdit edecektir. Bu da Akdenizdeki Rus etkisinin azalmasına belkide tamamen kalkmasına yol açacaktır.

2001 yılında Putin’in onayladığı “Rusya Federasyonu Deniz Doktrini”nde Atlantik bölgesinin bir unsuru olarak ifade edilen Akdeniz, Rus deniz gücünün bölgesel güvenlik açısından önemli bir unsuru olarak değerlendirilmiştir. Bu yüzden NATO’nun bu bölgedeki etki alanının Suriye’yi de içine alacak şekilde genişlemesi Rusya’nın imkânlarını kısıtlayacaktır. Bu açıdan, Doğu Akdeniz’de bulunacak bu üssün Karadeniz’deki Rus donanmasıyla birlikte Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyasında NATO’nun hâkimiyetini kısmen de olsa sınırlayacağı açıktır. Aslında Rusya’nın bölge içinde Tartus limanı dışında Libya ve Yemen’de kurulacak yeni üsler için de bazı çalışmalar yaptığı bilinmektedir.

Stratejistlerce Moskova’nın Tartus’taki üssü siyasi bir araç olarak ABD ve İsrail’e karşı kullanabileceği de değerlendirilmektedir. Bölgedeki NATO ve İsrail’in askeri gücü Rusya’nın varlığı ile kıyaslanamayacak kadar büyüktür. Fakat Tartus’ta konuşlanacak uzun menzilli S-300 hava savunma füzeleriyle Suriye’nin güvenliği de güçlenecektir. Bu durum İsrail tarafından kendi güvenliğine tehdit olarak algılanmaktadır. Rusya, Tartus’ta konuşlu silah ve füze sistemlerinin sadece kendisinin kullanacağını belirtmesine rağmen, İran’ın Lazkiye limanında bir üs kurma çalışmalarıyla birlikte değerlendirildiğinde, ABD ve İsrail’in endişelenmesi çok doğaldır. Bu durum ise Moskova’ya bir taraftan ABD ve İsrail’e yönelik bazı konularda pazarlık yapma imkânı sağlarken, Rusya’nın, özelde Suriye, genelde ise Ortadoğu ve Akdeniz’de etkin bir güç olmasını sağlamaktadır.

Rusya’nın Müslüman Ortadoğu ülkelerindeki ABD ve AB destekli ayaklanmalardan hoşlanmadığı bilinmektedir. Çünkü benzeri olaylar ‘Turuncu Devrim’ adıyla eski SSCB den kopartılan ülkelerde de yaşanmıştı. Bu tip hareketleri iyi tanıyan Rusya, Ortadoğu’daki eski müttefiki Suriye’nin benzeri olaylarla karışmasını istememiştir. Bilindiği gibi Kremlin 2005 yılında Beşşar Esed’in Moskova gezisinde Suriye’nin Rusya’ya olan borcunun % 73’ünü silmişti. Yine, 2005-2006 yıllarında da Rusya BM Güvenlik Konseyi’nde Refik Hariri cinayeti dolayısıyla Suriye’ye yönelik muhtemel yaptırımlara da karşı çıkmıştı. 2010’da da Şam’ı ziyaret eden Devlet Başkanı Dimitry Medvedev ikili ilişkileri daha üst seviyeye çıkarmıştı.

Moskova Suriye’deki olayları henüz uluslararası barış ve güvenliğe bir tehdit olarak görmemektedir. Suriye’deki istikrarsızlığın bütün Ortadoğu’ya yayılabileceğini ileri sürmekte ve sorunun ülke içinde bütün kesimlerin birlikte yer alacağı diyalog ile çözülmesini istemektedir. İran ve Lübnan hariç bölge ülkelerinin Suriye konusundaki menfi tutum ve davranışlarına rağmen Moskova’nın tutumunda ısrarcı olması Şam’ın stratejik açıdan Rusya için ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.

Arap Ligi’nin Libya’da olduğu gibi Suriye’de dışarıdan bir askeri müdahaleye destek vermemesi de Moskova’nın elini güçlendirmiştir. Arap dünyasının bir bütün olarak hareket etmemesi ve İran-Suriye-Lübnan hattında bir Şii ekseninin oluşması Rusya’nın bölgesel rolüne hizmet etmektedir. Aslında Rusya, Şam’a verdiği destekle sadece Suriyeyi değil, Suriyenin kendisine sağladığı stratejik konum üstünlüğünü muhafazaya çalışmaktadır.

Sonuç olarak;

Rusya, NATO’nun yardımıyla muhaliflerin iktidara getirildiği Libya’da silah ticaretinden zarar etmiştir. Ayrıca yeni iktidarın Batı yanlısı politikaları yüzünden ülkedeki petrol/gaz yataklarının işletilmesi ve altyapı inşasında elde edebileceği kârlardan da mahrum kalmıştır. Bu zararı yeniden yaşamak istemeyen Rusya Suriye’de elini sağlam tutmuş ve Esad rejimine yönelik muhalefeti Şii-Sünni eksenli değerlendirip İran-Suriye-Lübnan halkasına dâhil olmuştur. Esad yönetiminden Tartus’taki üs, yeni savunma/silah antlaşmaları ve nükleer enerji üretimi konusunda alabileceği muhtemel tavizler de Kremlin’in Suriye politikasında belirleyici etkenler olarak gözükmektedir.

Özetle Rusya devreye girerek yeni bir dünya savaşına kadar gidebilecek bölgesel çatışmaları başlamadan önlemiştir. Türkiye’nin ortaya çıkan durumda yerini ve tutumunu yeniden gözden geçirmesi gerekmektedir.

TÜRK ORDUSU -II KİTABI PİYASADA

Ordumuz, Türk birliğinin, Türk kudret ve kabiliyetinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir. (1937)
51XPwnhA8YL._AA160_
518Gqa+yirL._SX331_BO1,204,203,200_

Türk Ordusu ile ilgili yazılarıma yer verdiğim üç ciltlik TÜRK ORDUSU serisi kitapların ikincisi olan “ORDUYA KÜRESEL SALDIRI” isimli kitabım 21 Ekim 2015 tarihinde AMAZON Yayınlarından çıkmış ve okuyucuların hizmetine sunulmuştur.
Halen üzerinde çalıştığım “ORDUMUZ KUMPAS ALTINDA” isimli son kitap 10 Kasım 2015’te yayımlanacaktır. Bu şekilde 36 yıl taşıdığım şanlı üniformama olan vefa borcumu tamamlamış olacağım.
Halen amazon yayınlarından satışa sunulan diğer 26 kitap gibi “ORDUYA KÜRESEL SALDIRI” kitabım da kitapçılardan değil, İnternet vasıtasıyla aşağıdaki adresten temin edilebilir. Siparişler dünyanın her noktasına en geç üç gün içinde DHL kargo ile ulaştırılmaktadır.
http://www.amazon.com/gp/product/1518701965?keywords=tamer%20kumkale&qid=1445414651&ref_=sr_1_1&sr=8-1
Ben özet olarak diyorum ki;
Türk ordusunun diğer ordularda bulunmayan çok önemli üstünlükleri vardır. Ve bu üstünlükler 12.000 yıllık köklü tarihi geçmişin kazanımlarına sıkı sıkıya bağlanarak kazanılmıştır. Beklentilerin aksine Türk ordusu kendini güçlü sanan küresel odakların saldırılarına karşı dimdik ayakta kalabilecek milli ve tarihi değerlere sahiptir.
Türk toplumu tarihin bilinen ilk devirlerinden itibaren orduya ve askerliğe büyük önem vermiş ve günlük yaşamlarının her safhasında askeri vasıflara sahip millet olmanın örneklerini sergilemişlerdir. Türkler askeri gücü sayesinde tarih boyunca pek çok devletler ve hatta cihan imparatorlukları kurarak daima bağımsızlıklarını korumuşlardır.
Türk Ordusu; dünyadaki bilinen en eski askeri gücü temsil eder. Türk milletinin binlerce yıldan beri taşıdığı Ordu-Millet olma vasfı, askeri kültürünün zenginliğinin ve gücünün veciz ifadesidir.
Tür ordusunun subayları; komuta ettikleri birliklerin barış ve savaşta hem eğiticisi, hem öğreticisi, hem gözeticisi ve hem de yöneticisidir. Onlar; askeri bilgisi ile, kuvvetli iradesi ile, adaleti ile, tutum ve davranışları ile, cesareti ile kıt’asına sahip olabilen ve onları peşinden ölüme sürükleyebilen kimselerdir. Ve netice olarak muharebeyi tank, top, tüfek, uçak, gemi, ve araçlar değil, muharip er ve erbaşlar değil, onları yöneten Türk subay ve astsubayları kazanır.
Şehit kanı ile sulanarak kazanılan kutsal vatan topraklarını savunmak, asil Türk milletinin hürriyet ve istiklali ile şeref ve haysiyetini korumak görevini üstlenen Türk Silahlı Kuvvetleri; Türk milletinin tarih sahnesinde göründüğü andan itibaren hizmet veren bir ocaktır. Bu ocağa katılanlar namus ve şerefleri üzerine vatanı koruyacakları ve canlarını bu uğurda seve seve vereceklerini belirterek and içerler. Bu yemin Türk Silahlı Kuvvetlerinin manevi ve moral gücünü temsil eder..
Askerlik; tam anlamıyla bir inanç mesleğidir. Türk askeri için rütbesi ne olursa olsun gelenek ve göreneklerinden, milli hislerinden, Türk töresinden gelen inanç ve kültür değerleri binlerce yıldır özde değişikliğe uğramamış ve köklü bir miras olarak günümüz nesillerine intikal etmiştir. Tarih boyunca devlet ve milletin varlığını, dirlik ve düzenini, birlik ve beraberliğini, güçlü ve disiplinli bir ordunun ayakta durması ile kaim gören kutsal bir inanış her zaman toplumda geçerli olmuştur. İşte bu yüzden Türk milletini kendi evlatlarının oluşturduğu ordusundan ve Türk ordusunu Türk milletinden ayrı düşünemezsiniz.
Türk askerleri; şan, şöhret, makam veya kişisel hesaplar için çalışmazlar. Türk askerinin fikri yapısı; nasıl daha iyi hizmet yapabileceği, savaşa en iyi nasıl hazırlanacağı, asker ocağındaki manevi değerler, sevgi, saygı ve disiplinini nasıl koruyup birlik ruhunu ve vazife bilincini nasıl geliştirip en üst düzeylere erişileceği üzerinde toplanır.
Silahlı Kuvvetlerimizin asli gücünü ve moral kaynağını oluşturan disiplinli bir ordu olma vasfı bütün dünya milletlerinin malumlarıdır. Türk askeri denince akla hemen disiplinli bir ordu gelir. Tabiidir ki disiplin ancak iyi bir eğitimle sağlanır. Türk askeri bu disiplini korku ile değil, vicdanı sesine uyarak geliştirir. Bu disiplin, ondaki inanç ve ruh halinin, vatan sevgisinin ve kendisine emanet edilen kutsal vatan topraklarının korunması idealine daha iyi hizmet yapabilme aşkının bir belirtisidir.
Türkiye Cumhuriyetinin ilgi ve tesir sahasına giren Balkanlar, Kafkaslar ve Orta doğu bölgesinde cereyan eden olayların meydana getirdiği büyük risk ortamında her an muharebeye hazır güçlü orduya sahip olmamız coğrafyamızın kaçınılmaz gereğidir.
Türk Orduları; Türkiye Cumhuriyeti Devletinin belkemiğidir ve cumhuriyetin bek’asının gerçek teminatıdır. Onsuz bu coğrafyada yaşamamız asla mümkün değildir. Hangi makam ve mevkide olursak olalım kutsal asker ocağını özenle korumalı ve kollamalıyız. Aksi takdirde cumhuriyeti koruyup kollamamız mümkün olmayacaktır.
Unutmayalım ve unutturmayalım “Devletlerin ömrü ordularının ömürleri kadardır.”
Dr.Tahir Tamer Kumkale
http://www.kumkale.net
http://kumkalewordpress.com

MİLLİ KAHRAMAN DR.DOĞU PERİNÇEK

Türk milleti güzel her şeyi, her medeni şeyi, her yüksek şeyi sever, takdir eder. Fakat muhakkaktır ki, her şeyin üstünde tapındığı bir şey varsa, o da kahramanlıktır.(Gazi Mustafa Kemal Atatürk-1931)
icerik
Sözde Ermeni Soykırımı yalanları konusunda dönen küresel oyunları genç yaşta görerek kafa yoran, okuyan, araştıran, 1982’de TRT’ Televizyonunda gösterilen iki film hazırlayan, iki kitap yazan, pek çok konferans, panel ve sempozyuma katılarak soykırım olmadığını haykıran biriyim. Yani bu konuda Türkiye’de söz sahibiyim ve fikir yürütecek kadar bilgi birikimim var.

Onun için diyorum ki; emperyalizmin yarattığı ve tüm dünyada büyük kazanımlar elde ettikleri 100 yıllık Ermeni Soykırım safsatası ve yalanlarına son noktayı koyan Sayın Dr. Doğu Perinçek Türk milleti için bir milli kahramandır.

Kendisini kutluyorum. İçinden böyle kahramanlar çıkaran Türk milletini de kutluyorum.

Çünkü 100’ncü yılda alınan AİHM kararı, geçen yüzyıllık süre içindeki en büyük başarıdır. Evet burada Türkiye Cumhuriyeti kazanmıştır. Türk milleti kazanmıştır. Ama bu başarı, devletimizden önce doğrudan Sayın Dr. Doğu Perinçek ve kendisi ile bu davada bir yumruk gibi olarak çalışan isimsiz kahramanlarla dolu olan Talat Paşa Komitesinindir. Yani başarı önce bu bir avuç insanın sonra Türk milletinindir.

ASALA’nın en hızlı olduğu ve birbiri ardında diplomatlarımızı şehit ettiği 1980’lerde devletin tüm imkanlarını seferber ederek bütün dünyada karşı harekete geçtiği 12 Eylül İhtilal yönetiminin başarılı çalışmalarından sonra ne yazık ki devlet katı konuyu unutmuştur ve sahiplenmemiştir. Bunun sonucunda dost bildiğimiz ülkeler birbiri ardına soykırımı parlamentolarında kabul etmişler, hatta dahada ileri giderek “soykırım yoktur” diyenlere cezai müeyyideler getirmişlerdir..

Bilinen gerçek şu ki; Talat Paşa Komitesinin yaptığı çalışmalara devletin bir katkısı olmamış aksine büyükelçiler vasıtasıyla faaliyetleri engellenmeye dahi çalışılmıştır. Bu konudaki haberler basının arşivlerinde aynen durmaktadır.

Şimdi Başbakan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun her şeyi biz yaptık diyerek konuyu sahiplenmesi hiç inandırıcı değildir. Ama başarıyı sahiplenmek istemeleri de yine kazanım olarak görülmelidir. Çünkü AİHM kararı işi bitirmemiş, ama çok kolaylaştırmıştır. Bundan sonra yapılacak çok iş vardır. İş şimdi başlamıştır. Devlet buradan alıp sonuna kadar götürmelidir. Şimdi beklenen budur.

AK Partinin Ermeni Soykırımı meselesine bakışı veya bakmayışının bir örnekle vurgulamak istiyorum.

17 Ocak 2015 tarihinde yazdığım ve aşağıda aynen yer verdiğim “TBMM BAŞKANI SAYIN CEMİL ÇİÇEK’E AÇIK MEKTUP” başlıklı yazıma cevap verme tenezzülünde dahi bulunulmayışı ve bu mektubum sosyal medyada yayınlandığı sırada AK Partili olduğunu özellikle belirten kişilerden aldım küfür ve hakaretleri henüz unutmadım. Küfürler önce Sayın Perinçek’e ve sonra bana idi.

Ben bugünkü başarılı neticeyi görerek böyle bir mektup kaleme almıştım. Keşke dikkate alsalardı. Bugün Başbakan Sayın Davutoğlu’nun Sayın Dr. Perinçek’i öven sözlerini şahsen bekliyordum. Hiç yadırgamadım. Çünkü gerçek devlet adamlığı bunu gerektirir. Ama ben bugünleri düşünerek kendisinin AK Partili olduğunu gururla açıklayan küfürbazlar şimdi utanmasınlar diye tüm kötü sözleri sildim. Yani hepsini AK’ladım.

Sonuç olarak Sayın Dr. Doğu Perinçek ve kendisi ile birlikte olağanüstü çaba göstererek bugünkü muhteşem tabloyu hazırlayan Talat Paşa Komitesinin isimsiz kahramanlarını kutluyorum. Kararın devletimize ve milletimize hayırlı olmasını diliyorum..

Dr.Tahir Tamer Kumkale

17 Ocak 2015 Cumartesi

TBMM BAŞKANI SAYIN CEMİL ÇİÇEK’E AÇIK MEKTUP
——————————————–
MEKTUP ÖZETİ:
İP GENEL BAŞKANI SAYIN DOĞU PERİNÇEK, 100 YILLIK ERMENİ SOYKIRIM İDDİALARINA SON NOKTAYI KOYMAK ÜZERE 28 OCAKTAKİ AİHM’ DURUŞMASINDA TÜRK MİLLETİ ADINA KATILMAK ÜZERE TÜRK MİLLETİNİ TEMSİL EDEN TBMM TARAFINDAN ÖZEL OLARAK GÖREVLENDİRİLMELİDİR.
——————————————–
Sayın Cemil Çiçek;

Bugün 30 yıllık siyasi yaşantınızın en üst noktasındasınız ve Cumhuriyeti kuran TBMM’nin başkanlığını deruhte etmektesiniz. Yüce meclisimiz bugünlerde T. C’nin bek’asını ilgilendiren çok önemli bir konuda karar verme aşamasındadır.

Küresel güçlerin destek ve himayelerinde yüz yıldır devam eden sözde Ermeni Soykırımı yalanları ülkemizi uluslararası alanda çok güç durumlara düşürmüştür. 24 Nisan 2015 tarihinde dünyanın her tarafında Diaspora Ermenilerinin; soykırımın 100 üncü yılı münasebetiyle çok kapsamlı çalışmalar içine girdikleri ve bu çalışmalarda dost ve müttefikimiz olan ülkelerden de çok önemli destekler aldıkları, önümüzdeki 24 Nisanda son noktayı koyarak isteklerini Türkiye Cumhuriyeti devletine mutlaka kabul ettireceklerini plânladıkları bilinmektedir.

35 yıldır konu ile ilgilenen, karşı propaganda faaliyetlerine hazırladığım filmler, yazdığım kitaplar ve verdiğim konferanslar ile fiilen katılan bir aydın olarak ben diyorum ki;

İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek ve Talat Paşa Komitesinin AİHM’deki yargılama sürecinin geldiği nokta, Türkiye’nin 100 yıllık Ermeni Sorunu geçmişindeki en olumlu ve en güçlü argümanı olarak önümüzde durmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin; konuyu Doğu Perinçek ve Talat Paşa Komitesinin özel davası olarak görmek gibi bir tutumu olamaz. Olmamalıdır.

T.C. Devleti; tüm güçleri ile AİHM’e müdahil olduğu takdirde 100 yıllık soykırım yalanları bir daha açılmamak üzere kapanacaktır. TBMM, Bakanlar Kurulu, üniversiteleri, medyası, baroları, ve sivil toplum kuruluşlarımızın tek elden yönlendirildiği koordineli bir çalışmayı 1981-1983 yıllarında devletimiz yapmış ve tüm dünyada 43 diplomatımızı şehit eden Ermeni terörü bıçak gibi kesilmiştir.

Bugünde önümüzde çok önemli bir fırsat bulunmaktadır. Bu fırsatı değerlendirme makamı TBMM’dir. Dolayısı ile bu yüce meclisin başkanı olarak siz tarihi bir görevle karşı karşıya bulunmaktasınız. Zaman azalmıştır ama henüz yeterli hazırlık için zamanınız vardır. Buna göre TBMM şunları yapabilir;

– TBMM “Ermeni Soykırım Yalanları ve Alınacak Tedbirler” konusu ile özel toplantıya çağrılır. Bu toplantıda oy birliği ile Ermeni Soykırım Yalanları şiddetle kınanır. Dünyaya ilan edilir.

– TBMM’ni temsilen İP Genel Başkanı Doğu Perinçek’in AİHM’ne müdahil olarak katılması kararı alınır.

– Doğu Perinçek ve Talat Paşa Komitesine aynen 1984’te Pariste Orly Davasına TC. Devleti adına onur tanığı olarak katılması sağlanan Prof. Dr. Türkkaya Ataöv ve Prof. Dr. Mümtaz Soysal’a yapıldığı gibi devletin tüm arşiv belgeleri ile destek sağlanır.

– Mahkemeye müdahil olarak katılacak heyete özel uçak ve sekretarya verilir ve yakın güvenlikleri en iyi şekilde devletçe sağlanır.

– TRT başta olmak üzere 24 saat süre ile yayın yapacak şekilde medya desteği sağlanır.

– YÖK devreye sokularak üniversitelerimizin tamamının 10’u öğretim üyesi 90’ı öğrenci olmak üzere 100 kişilik kafileler halinde bu tarihi davaya dinleyici olarak katılması sağlanır. Bu heyetlerin THY ve Türk Ordusunun nakliye imkanları ile taşınması, ayrıca iaşe ve ibadeleri büyükelçilik vasıtasıyla sağlanır.

– Her üniversitemizde mahkeme günlerinde medya ile dünyaya duyurulan açık oturum, sempozyum, panel ve konferanslar vs yapılır.

– Barolar Birliği vasıtasıyla 81 il barosunun 10’ar kişilik temsili heyetler ile davaya müdahil olmaları sağlanır.

Sayın Çiçek;

100 yıl sonra ortaya çıkan tarihi durumun geliştirilmesi için ilk adımın atılması size düşüyor. Bu yazdıklarım bana göre asgari düzeyde ama olmazsa olmaz yapılması gereken bazı tedbirlerdir. Devletimizin imkan ve kabiliyetleri çok daha iyisini yapacak güçtedir. Ermeni Diasporası, tarihinde ikinci kez Türkiye Büyük Millet Meclisinin ve dolayısıyla Türk milletinin gerçek gücünü göreceği için dava sonunda Türkiye’nin 100 yıllık Ermeni Soykırımı dosyası bir daha açılmamak üzere kapatılabilir.

Peki bütün bunlar yapılmazsa, TBMM, AİHM’deki davaya ve Doğu Perinçek’e sahip çıkmaz ise ne olur.? Türkiye Cumhuriyeti Devleti Ermenilere soykırım yapıldığını kabullenmiş olur. Ve daha yıllarca haklı olduğu davada dünyadan dayak yemeye devam eder.

Ben sizin geçmiş siyasi tecrübenize ve hukuki bilgi birikiminize dayanarak aklıselim ile hareket edeceğinize ve TBMM’nin bu davaya Türk Milleti adına ağırlığını koyacağına inanıyorum..

Dr. Tahir Tamer Kumkale

This entry was posted on Ekim 18, 2015. 1 Yorum

10.10.10 (ONEKİMSAATON)

TC Başkentinde Cumhuriyet tarihinin en büyük toplu katliamını planlayan insanlık düşmanları bu tarihi hiç unutulmasın diye özellikle seçmişler. Gerçekten unutmak asla mümkün değil.

Suçlu kim mi?31814289

Suçlu, IŞİD, PKK, DHKP-C, veya hükümet değildir.

Bunun suçlusu; bile bile, göre göre, koşa koşa ve ısrarla 13 yıldır kendisini yönetemeyen yeteneksiz kadroları iktidara taşıyanlardır.

İddia ediyorum. 1 Kasımda bugünkü kaos ve terör ortamını hazırlayanları bu millet tekrar seçecek ve beni sen yönet diyecektir.

Peki bunu önlemek mümkün mü? Çare hep AKP’mi olacak ?

Elbette çare AKP değil.

Ama, yaratılan algı ortamı milletin gerçeği görmesini engelliyor. Genelkurmay Başkanının terörist olduğuna, APO’nun özgürlük savaşçısı olduğuna inanan bir toplumdan çare bekleyemezsiniz.

Yaşar Nuri Öztürk Hocanın dediği gibi, artık kötülük toplumuna dönüşen Türk milleti basiretsizliğinin ve öngörüsüzlüğü’nün cezasını çekecektir. Şimdi bu gerçeği yaşıyoruz.

Sonuç olarak.. Ben çok karamsarım. Yarın bugünleri dahi arayacağımıza inanıyorum.

Son sözüm.. 10.10.10 saldırısında ölenlere Allahtan rahmet diliyorum. Yaralananlara acil şifalar diliyorum. 13 yıllık AK Parti döneminde her alanda dibe vuran ülkemin güzel insanlarının kapalı gözlerinin açılmasını ve gerçekleri görmesini temenni ediyorum.

Allah bu millete acısın..