CUMHURİYETİN YÜZÜNCÜ YILINDA “KEMALİST EKONOMİ SİSTEMİ” TÜRKİYE’Yİ EKONOMİK YIKIMDAN ÇIKARTACAK TEK ÇÖZÜMDÜR

Bu vatan, çocuklarımız ve torunlarımız için cennet yapılmaya değer bir vatandır… Bu geniş memleketi bayındır bir hale çevirmek lazımdır. Bu halk zengin olmaya mecburdur. Memleket bayındır olmazsa, bu halk zengin olmazsa, size hala yaşama imkânından bahsederlerse inanmayınız.(Gazi Mustafa Kemal Atatürk -1930)

29 Ekim 1923 tarihinde ilan edilen Cumhuriyetimiz bugün 100’ ncü şanlı yılına erişmiştir. Tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti tam bir asır sonra dünyanın en sorunlu bölgesinde 85 milyon nüfusu ile dimdik ayaktadır. Bölgesinde Türk dünyasının ışığı konumunu muhafaza ederek dostlarına güven vermektedir.

Türkiye Cumhuriyeti Kasım 2002 yılından itibaren Ak Partinin tek başına iktidar olduğu bir dönemi geride bırakmıştır. Ak Parti  iktidarının 21’inci yılında uygulanan  yanlış politikalarla Türkiye’nin ekonomisi her alanda tam bir çıkmaza girmiştir. Bu  Partinin üst düzey yönetim kadroları ve bunların çevresindeki bir avuç mutlu azınlık dışında Türk halkı giderek fakirleşmiş, üretici orta sınıf tamamen kalkmış ve milletimiz Atatürk’ün deyimiyle fakr-u zaruret içinde harap ve bitap düşerek fakirleşmiştir.

40 yılı aşkın bir süredir ATATÜRK’ün en kuvvetli yönü olduğuna inandığım ekonomik görüşlerini her platformda savundum. Kemalist Ekonomi Sisteminin dünyada yaygın uygulanan yedi ekonomik sistemden daha iyi olduğunu ispatlayan 600 sayfalık doktora tezi verdim. Konferanslar, mülakatlar, gazete makaleleri seminerler, paneller ve televizyon programları ile ilgili ve yetkililere ulaşmaya çalıştım. Sonunda bu çalışmalarımı kitaplaştırarak Türklerin ve dünya insanlığının kullanımına sundum. Bu çabalarım ne yazık ki istediğim ölçüde olumlu bir sonuca ulaşamadı. Çünkü yönetim kademesindeki hiçbir ilgili ve yetkiliye ulaşmaya muvaffak olamadım. Asla yılmadım. Israrla Türkiye’yi ve dünya ülkelerini ayağa kaldıracak tek ve geçerli sistemin tamamen milli “Kemalist Ekonomi Sistemi” olduğunu haykırarak bildirmeye devam ettim. Bu iddialarımı bugün eskisinden daha çok inanarak vurgulamaya devam ediyorum..

Bilindiği gibi 1991’de Sosyalizm/Komünizm çöktü. SSCB’nin (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği) liderliğini yaptığı Komünizm yönetimi tarih çöplüğünde yerini aldı. Neticede bu sistemin dünyadaki en büyük temsilcisi olan Rusya Federasyonu dahi tipik bir kapitalist sistemi uygulamaya başladı.

Komünizmden sonra pek çok sosyalist ülke kapitalizme geçerek insanın insanı sömürdüğü Kapitalist Sistem tüm dünyada etkin hale geldi. 2020 yılında Çin’de başlayan CORONA salgınının kısa sürede tüm dünyaya yayılmasını müteakip kapitalist sistemle idare edilen tüm ülkeler  bu virüse karşı alınacak tedbirlerin uygulanmasında otoriter sistemlere göre çok başarısız oldular. ABD’nin liderliğini yaptığı Kapitalizm CORONA virüsü ile başlayan dönemde her yerde sorgulanmaya başlandı. CORONA sonrası yeniden kurulacak dünya düzeni için Kapitalizm yeniden yaygın olarak kullanılma şansını kaybetti. Kamu ve özel sektörün birlikte uyum içinde çalışabilecekleri yeni bir sistem ihtiyacı belirgin olarak ortaya çıktı.

Peki dünyada böyle bir sistem var mıdır? Böyle bir sistemin fiilen uygulanıp her alanda başarıya ulaştığı bir ülke oldu mu? Salgın sonrası yeni dünya düzeninin kurulmasında Türkiye ve diğer dünya ülkeleri ne yapacaklar? Yaşanan büyük karantina uygulamaları ile çöken ekonomiler nasıl bir sistemle ayağa kaldırılacak?

Evet bu soruların cevabı olacak bir sistem vardır. Bu sistemin adı  “KEMALİST EKONOMİ SİSTEMİ”dir. Bu sistem Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından yaratılmıştır. 1923-1938 yılları arasında genç Türkiye Cumhuriyeti topraklarında fiilen başarıyla uygulanmıştır.

Tarihten sıfırlandığına inanılan bir ülkenin külleri üzerinde tüm yokluklara rağmen, yani, Osmanlı borçlarını üstlenmiş, insan kaynakları, bilgi ve sermaye birikimi olmayan bir ülkeden 15 yıl içinde kendi topunu, tankını ve uçağını yapabilen, enflasyonu tanımayan, her alanda büyük bir kalkınma sağlayan güçlü bir Türkiye Cumhuriyeti yaratılmıştır.

Corona sonrası meydana gelen ekonomik krizden tüm dünya ülkeleri bir şekilde etkilenmişlerdir. Ama Türkiye en fazla etkilenen ülkelerin arasındadır.

Peki krizden çıkmanın çaresi var mıdır ?

EVET ÇARE VARDIR-ÇARE İTHAL FİKİRLERDE DEĞİLDİR.- ÇARE BİZDE YANİ TÜRK MİLLETİNDEDİR -ÇARE SERV’İ KIRIP LOZAN’I BAŞARAN BEYİNLERDEDİR – ÇARE KEMALİST EKONOMİ MODELİ’NİN UYGULANMASIDIR.

”KEMALİST EKONOMİ MODELİ”; yerlidir ve millidir. Yaratıcısı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’tür. Atatürk’ün üstün dehası ile Türk milletinin ihtiyaçlarının giderilmesinde Türk milletinin imkân ve kabiliyetleri dikkate alınarak hazırlanarak başarıyla uygulanmış bir modeldir.

Kırk yılı aşkın bir süredir üzerinde çalıştığım KEMALİST EKONOMİ SİSTEMİ’ nin günü geldiğinde dünya milletlerince baş tacı edeceğine olan inancımı da asla kaybetmedim. İşte şimdi günü gelmiştir. Kanaatim odur ki; bugün tüm insanlık Kemalist Ekonomi Modeline muhtaçtır ve bu modeli uygulamak üzere birbiri ile yarışacaklardır.

Burada özellikle ülkemin gerçek ekonomistlerine sesleniyorum. Dünyanın geleceğini görün ve benim ekonomik konularda amatör bir ruhla yaptığım çalışmaları bulunduğu yerden alarak dünyanın aradığı bir model haline getirin. İşte o zaman insanlığa en büyük hizmeti yapmış olursunuz.

Bugünkü durumumuz 1875 yı­lın­da aldığı dış borç­la­rı öde­ye­me­ye­rek if­la­sı­nı ilan edip, ha­zi­ne ida­re­si­ni dev­le­tin ala­cak­lı­la­rı­na (Uluslararası Düyun-u Umumiye İdaresine) tes­lim eden Os­man­lı İm­pa­ra­tor­lu­ğu ile ben­zer­lik gös­ter­mek­te­dir. Os­man­lı Dev­le­ti bu uygulama ile istiklali dahil her şe­yini yabancılara teslim etmiştir. Aslında borç ve­ren em­per­ya­list güç­ler­ce bu borç­lar yö­ne­ti­mi­nin 10 Ağus­tos 1920’de im­za­la­nan Sevr Ant­laş­ma­sı­nın uy­gu­lan­ma­sı ile son­su­za ka­dar de­va­mı ar­zu edil­miş­tir.,

Lozan Barış Antlaşmasının siyasi kazanımlarının dışındaki en büyük başarısı işte bu ekonomik tam teslimiyet yönetimine son vermek olmuştur. Bu­gün içine düşürüldüğümüz ekonomik kaostan bilinen ve yaygın kullanılan klasik ekonomik tedbirlerle çıkılması artık çok zordur. Mutlaka yeni ve radikal metotlar denenmesi gerekmektedir. İşte ben burada hızlı, radikal ve tamamen milli tedbirleri içeren Ata­türk’ün eko­no­mik gö­rüş ve uy­gu­la­ma­la­rı­nın Türk eko­no­mi­si­ne “Şok Te­da­vi” mey­da­na ge­ti­re­ce­ği­ni ve bizi çö­küş­ten çı­kar­ta­ca­ğı­nı değerlendiriyorum.

Üretim eksikliği, yüksek enflasyon, işsizlik, iç ve dış borçlar başta olmak üzere tüm ekonomik göstergelerdeki olum­suz­luk­la­ra rağ­men ekonomik alanda hızla iyileşmemizi kolaylaştıracak önemli göstergeler vardır.

Pi­ya­sa­da her çe­şit mal vardır. Dük­kân­lar her tür­lü ih­ti­yaç ma­lı­nın bin bir çe­şi­di ile ağ­zı­na ka­dar do­ludur . Hiç­bir ma­lın sı­kın­tı­sı çe­kil­mi­yor. Şe­hir­le­ri­miz­de her kö­şe­de man­tar gi­bi bi­ten dev alış­ve­riş mer­kez­le­ri bilhas­sa ta­til gün­le­ri hın­ca­hınç do­lu­yor. Yol­lar­da­ki araç tra­fi­ği yük­sek ben­zin fi­yat­la­rı­na rağ­men ar­ta­rak de­vam edi­yor ve bü­yük bir can­lı­lık izleni­mi­ni ve­ri­yor. Lüks ara­ba sa­tış­la­rı pat­lı­yor. Ga­ze­te­le­rin em­lâk ilanların­da­ki ha­re­ket­li­lik ise göz­ler­den kaç­mı­yor. Enf­las­yona rağmen emlâk pi­ya­sa­sın­da­ki fi­yat­la­rı tut­mak müm­kün de­ğil. Ül­ke­min in­san­la­rı için is­te­ye­ne dağ ba­şın­da is­te­ye­ne or­man için­de, is­te­ye­ne de­niz ve göl kıyısın­da beş yıl­dız­lı muh­te­şem vil­la­lar ya­pı­lı­yor. Dolar milyonerleri bu ultra lüks ma­li­kâ­ne­ler ma­ket üze­ri­ne anın­da sa­tı­lı­yor. Ta­bi­ri ca­iz­se kapanın elin­de ka­lı­yor. Sa­yı­la­rı her ge­çen gün ar­tan dolarla oynayan kayıtdı­şı zen­gin­le­ri­miz dün­ya­nın göz­de ta­til mer­kez­le­rin­de har­ca­dık­la­rı ola­ğa­nüs­tü meb­lağ­lar yü­zün­den el üs­tün­de tu­tul­ma­ya de­vam edi­li­yor. Bü­yük kent­le­ri­miz dış gö­rü­nüm­le­ri ile Av­ru­pa ben­ze­ri bir çeh­re­ye bürünüyor. Her kö­şe ba­şın­da 25-30 kat­lı iş mer­ke­zi in­şa­at­la­rı (iç­le­ri boş ol­sa bi­le) gö­rü­lü­yor. Ha­va­i fi­şek gös­te­ri­le­ri çok mut­lu bir azın­lı­ğın var­lı­ğı­nı dün­ya­ya ilan edi­yor.

Yukarıdaki kazanımların dışında ülkemizi içine düştüğü durumdan çıkartacak bilgili, tecrübeli, liyakatlı ve namuslu çok geniş bir insan kaynağına sahibiz. Görev verilmesini bekleyen bu kadrolar başarılı bir istihdam politikasıya ülkemizi gerçek anlamda şahlandırmaya hazırdır.

Ekonomik krizden sağlıklı bir ortama çıkabilmek için mev­cut klasik eko­no­mik sis­tem­ler­e göre alınacak tedbirler ye­ter­li ola­ma­dı­ğı için biz bugün­kü çık­maz­lar­la kar­şı­laş­tık. Do­la­yı­sı ile bi­zim ya­pı­mı­za uyan ye­ni ve uy­gu­la­na­bi­lir, bi­zim in­san­la­rı­mı­zın ka­rak­te­ri­ne uy­gun, in­san­la­rı­mı­zın asga­ri is­tek ve bek­len­ti­le­ri­ni kar­şı­la­ya­bi­len ve bi­zim ya­pa­bil­me kabiliyetimiz dâ­hi­lin­de ta­ma­men mil­li po­li­ti­ka­lar tes­pit e­dip uy­gu­la­ma­mız ge­rek­mek­te­dir.

            Türkiye halâ bir hukuk devletidir. 1982 Anayasası ve ilgili yasalarımız halen yürürlüktedir. Cumhuriyet hükumetleri bunlara uymakla yükümlüdür..Bilimsel yollarla başarısını kanıtlanmış olan Atatürk’ün Ekonomik Sisteminin sür’atle uygulamaya geçirilmesi aslında anayasanın amir hükümleri için de yer almaktadır. Ben, Atatürk’ü sadece arkasına sığınılacak bir isim gibi gören eski yöneticilerden bir şey beklemiyorum. Ama özellikle gençliğimizin Atasına sahip çıkacağına ve Atatürkçü Düşüncenin yayacağı ışığın milletimize rehber olacağına inanıyorum.

Atatürk; fikir ve düşünceleriyle 20. Asırda Türk Dünyası başta olmak üzere tüm insanlığa ışık saçmıştır. İnsanları iyiye ve güzele doğru yönlendirmiştir. Geçen çağa ismini altın harflerle yazdırmıştır. TUTARLI, DENGELİ ve UYGULANABİLİR bir düşünce sistemi ile 21’inci Asırda da Türkiye’ye ve dünyaya yön vermektedir..

Atamızın her yönü incelenmiş ve fakat en kuvvetli olduğu ve en büyük başarıların kazanıldığı EKONOMİK GÖRÜŞ VE UYGULAMALARI ise daima ikinci planda tutulmuştur. Oysa Atatürk; Osmanlı’nın tamamen sıfırlanmış ekonomik altyapısından insangücü, sermaye, bilgi, teçhizat dahil hiçbir dış destek olmadan 15 yıl içinde ağır sanayiini kurmuş ve planlı kalkınma dönemini başlatmıştır. Enflasyonsuz, borçsuz, kendi tankını, topunu ve uçağını yapabilen, geleceğe güvenle bakan bir Türkiye inşa etmiştir..

Tarihi ticaret yollarını kontrol eden bölgelerde siyasi egemenlik sahibi olmaya özen gösteren atalarımız; bu coğrafi konumlarının gerekli kıldığı şartları en iyi şekilde değerlendirmişler ve ticari alandaki üstünlüklerini her zaman çevrelerine kabul ettirmişlerdir. Tarihteki Türk Devletlerinin ortak bir vasfıda ; halkının refah ve mutluluğunu çağının şartları içinde en üst düzeyde gerçekleştirerek zengin bir ekonomik kültür yapısı oluşturmalarıdır.

Atalarından aldığı ekonomik kültür mirası çok iyi kullanan Atatürk’ün ekonomik düşüncesinde fikir ve icraat arasında eşsiz bir uyum vardır. Sıfır denilecek bir seviyeden ve savaş şartları içinden on yılda ağır sanayi hamlesini gerçekleştirerek kendi tankını, topunu ve uçağını çağın gereklerine uygun olarak bizzat Türk insanının yapabileceği bir düzeye ulaşılması onun dehasının eseridir.

Yine dünyanın en gelişmiş ekonomilerine sahip ülkeler 1929 ekonomik krizi ile büyük sıkıntılar içinde bunalırken, bu durumdan etkilenmeyen ve bilakis lehine çeviren, buhranı takibeden devrede planlı ve proğramlı kalkınmanın dünyadaki en güzel örneklerinden birinin yaratılması yine onun üstün dehası ve önderlik kabiliyetinin doğal bir neticesidir.

Atatürkçü Ekonominin olmazsa olmazı “TAM BAĞIMSIZLIK “ ilkesidir. Kapitülasyonlar ve Duyun-u Umumiye İdaresi uygulamasının ülkeyi nasıl esir aldığını yaşayan Atatürk, yarattığı ekonomik sistemin her safhasında bu ilkeye bağlı kalınmasını sağlamıştır. Bunun en bariz örneği dış ticarette görülür. Kural şudur; İhracat ve ithalat tutarları ülke bazında eşit olacaktır. Yani o ülkeye ne kadar satabiliyorsan o kadar ithalat yapabilirsin. Misal; Rusya’da ve İran’da var bende yok. İhtiyacım var ve petrol ile doğal gazı onlardan alacağım. Hayır alamayacaksın. Onlara bağımlı kalmamak için ancak sattığın mal kadar bu ihtiyacını alabileceksin. Bu uygulamanın anlamı çok derindir. Yöneticiler ithal ederek işin kolayına kaçmayacaklar. Çok ihtiyacın varsa arayıp kendin çıkaracaksın. Yoksa sende olan milli kaynakların ile ısınacaksın. (Kömür, su, rüzgar ve güneş enerjisi gibi)

Atatürk’ün ekonomik politikalarını belirleyen ilk dönem 1923-1930 yıllarını  kapsar. Mevcut ekonomik durum 1135 delege ile toplanan Birinci İzmir İktisat Kongresinde (17 Şubat-4 Mart 1923) tesbit edilir. Kongrede belirlenen hedeflere ulaşılmaya çalışılır. Fakat arzu edilen sonuçlar tam olarak alınamaz. Gelişmeler sadece tarım kesiminde görülür. Bu arada Osmanlı’dan kalan borçlar ödenmeye devam edilir. 1’inci İzmir İktisat Kongresi sonucunda açıklanan çalışma komisyonlarının tesbitleri ve çözüm önerileri çok ilgi çekicidir. Günümüz ekonomistlerinin bu sonucu dikkatle okumalarında büyük yarar görmekteyim.

Atatürk’ün ekonomik politikasının temelleri ve esasları 1930-1940 arasındaki ikinci dönemde tam olarak ortaya çıkar ve en üst düzeye ulaşır. İlk döneme nispetle ağırlığın bugün tamamına yakını elden çıkarılan İktisadi Devlet Teşekküllerinde olduğu ve kendine özel bir ekonomik rejimin uygulandığı görülmektedir. Bu dönemde ; DEVLET ÖNCÜLÜĞÜ, DEVLET YATIRIMCILIĞI, DEVLET İŞLETMECİLİĞİ, DEVLETİN TESPİT ETTİĞİ HEDEFLERE EKONOMİNİN YÖNLENDİRİLMESİ, gibi hususlar ağırlık kazanır. Fakat bu faaliyetlerin temelinde yine fertlerin topyekun kalkınması ve refah seviyesinin adaletli dağıtılması yatar.

Şimdi Türk toplumunun ekonomik bünyesi ve şartlarının daima gözönünde tutulduğu Atatürkün ekonomik görüş ve uygulamalarının tekniğine inmeden elde edilen sonuçlarını günümüz Türkiye ekonomisi ile karşılaştıralım.

            * Bugün yeterli sermayemiz, her alanda yetişmiş liyakatli insan gücümüz, yeterli okullarımız ve öğretmenlerimiz mevcuttur.

            * Edirnede oturan vatandaşımız bir gün içinde karayolu ile ülkenin en uzak ve ücra noktasına ulaşabilmektedir. Malını kolayca alıcılarla buluşturabilmektedir.

            * Fabrika yapan fabrikalarımız, fabrikalarımızda üretilen hammaddeyi sağlayan yeraltı ve yerüstü zenginliklerimiz vardır.

             * Atatürk döneminde Dolar ve TL.birbirine eşitti ve hatta lira daha değerliydi. Şimdi paramızın değeri dolar karşısında 28 kat düştü. Evlatlarımız benim neslimin 30 sene aralıksız kullandığı PARA, KURUŞ ve hatta Lirayı tanımıyor. Piyasalarımız TL.ile değil “Dolar” ile tanzim ediliyor. Hatta devlet bütçemiz dahi dolarla ifade ediliyor..

            * İthalatımız daima ihracatımızdan fazla oluyor ve bütçemiz daima eksi kapanıyor. İthal ettiğimiz malların, başlıca ihracat ürünlerimizin ham maddeleri ile lüks tüketim malzemeleri olduğu biliniyor.

            * Bugün halkı açlık sınırında yaşamaya zorlayan fiyat artışlarını ve zamları takip etmek mümkün değildir. Savaş şartlarına rağmen Atatürk dönemi yöneticilerinin adını dahi bilmedikleri ENFLASYON CANAVARI konusunda halkın güvenmediği TUİK rakamlarına göre dahi dünya şampiyonuyuz. Bağımsız bilim adamlarınca yapılan ölçümler ise üç hanenin altına düşmüyor.

* Atatürk dönemi Ekonomik Kalkınma Proğramları %100 gerçekleşirken son yıllarda Devlet Planlama Teşkilatı olmadan hazırlanan planların kağıt üzerinde kaldığı görülüyor.

* Atatürk döneminde toplumun bütün kesimlerini kapsayan sekiz ayrı dalda çalışan halkımız üretime katkıda bulundukları sürece üretimden eşit pay almakta iken, bu durumun günümüzde giderek toplumun sosyal sınıfları arasında kapatılamaz bir uçurum doğurduğunu görüyoruz. Nitekim bugün finans sektörümüz hiç yorulmadan kağıt üzerinde inanılmaz kârlar elde ederken; bordrolu bir profesörümüz ancak % 50 dolayında maaş artışı elde edebiliyor. Doğal olarak bu değerler daima enflasyonun altında kaldığından reel kazançlar hep azalıyor.

           * Türk kamuoyu üst düzey bürokratlarımızın, yöneticilerimizin her gün yeni bir rüşvet ve yolsuzluk hikayeleri ile güne başlıyor. Devletin yüce makamları adeta birilerinin hizmet üreteceği yerler değilde nemalanacağı yerler olarak görülüyor. Oysa Atatürk devri bürokratlarının devletin her kuruşu için gösterdiği hassasiyeti anlatan kitaplar süsledikleri kitapçı raflarında okunmayı bekliyor.!

Türk vatandaşları tasarrufa değil, tamamen tüketime yönlendiriliyor. İnsanımız adeta doyumsuzlaşıyor. Piyasada faaliyet gösteren 500 Televizyon ve 2000 Radyo İstasyonu (TRT dışında) “ X gazozunu için, Y çamaşır suyunu kullanın “şeklindeki reklamdan kazandıkları ile faaliyetlerini sürdürüyorlar.

Benim amacım; günümüz manzarasını abartarak ülkemizin çok kötü bir durumda olduğunu sergileyip milletimin moralini bozmak değildir. Bilakis az bir çaba ile çok daha iyiye ve güzele sahip olmaları gerektiğini vurgulamaktır. Geçmişte mucizevi ekonomik başarılar elde etmiştik. Bugün daha da iyisini yapabileceğimizi tekrarlamak içindir

Türkiye artık Cumhuriyetin kurulduğu yıllardaki gibi üretim için gerekli olan sermaye, insan kaynağı, doğal kaynaklar, kredi imkanları, ulaştırma vasıtaları ve yaygın eğitim sistemi gibi alanlarda yokların olduğu bir ülke değildir. Ülkemizde bugün ekonomik çarkları hızla çevirecek her türlü imkanımız vardır..

Bugün Türkiye kredi alan değil veren bir ülke seviyesine erişmiştir. Avrupa başta olmak üzere bütün dünya ile ilişkilerimiz gelişmektedir. Ayrıca insanımızın refah seviyesi giderek gelişmiş ülkeler seviyesine yaklaşmaktadır. Fakat bütün bunlar bizim gibi önemli bir coğrafyada bulunan ve gelişmek için son derece yeterli potansiyele sahip bir ülke için yetmez. Yetmemelidir. Çünkü;  Nüfusumuz genç, İnsanımız eğitimli, kabiliyetli ve çalışkandır.  Ekonomik faaliyetlere tarihi tecrübelerimize dayanarak dünyanın diğer insanlarına göre çok daha fazla yatkınız.. İnsanımız müteşebbistir. Daima daha iyisini başaracak güce, yeteneğe ve tecrübeye sahiptir.

Diğer ekonomik görüşler yanında çok daha tutarlı ve tamamen Türk insanının kabiliyetlerine göre hazırlanmış ATATÜRKÇÜ EKONOMİ’nin uygulanması ile bugün çok daha ileri bir seviye ulaşmamız mümkündür. Çünkü Atatürk zamanında olduğu gibi artık bir ön hazırlık devresine ihtiyaçta yoktur. Atatürke inanmış kadroların bilinçli ve planlı çalışmaları ile çok kısa bir sürede başarılı neticeler alınabilecektir.

Atatürk dönemi uygulamaları için aşağıda vereceğim iki küçük örnek dahi sistemin geçerliliğini ve önemini ortaya koymaktadır.

             Dün “ÖZELLEŞTİRME” konusu ülkenin ekonomik gündeminin en önemli maddesi idi. Sadece bunun için bir bakan dahi ayrılmıştı. Bugün Atatürk dönemi iktisat politikalarının temelinde yer alan “Kamu İktisadi Teşebbüsleri” olarak bilinen kurum ve kuruluşların tamamı özelleştirme furyasında ya satılmış yada kapatılarak devlet iktisadi hayattan, yani bizzat üretim ve dağıtım yapmaktan çekilmiştir. Yok pahasına elden çıkarılan bu tesisler, sadece iktisadi açıdan değil sosyal açıdan da toplumun her alanda kalkınmasına yönelik projelerdi. Ülkenin dört bir yanına dengeli bir şekilde dağıtılan bu kuruluşlarla bölge halkının sosyo kültürel seviyesinin çağdaş dünyaya ayak uydurabilmesi hedef alınmıştı.

Özelleştirilmesi istenilen Kamu İktisadi Kuruluşlarının ilki ve en büyüğü olan SÜMERBANK’ın 11 TEMMUZ 1933 tarihli, 2262 Sayılı Kanunu’nun 11’inci maddesini sayın yetkililerimiz lütfen açıp okusunlar. Orada” bir kamu kuruluşunun bir yıl içinde kendisini nasıl özelleştireceği, bulunduğu üretim sahasından nasıl çekileceği ve bu alanı özel kuruluşlara nasıl devredeceği ” detaylı olarak anlatılır. İlgililerimize önemle duyurulur. Bu maddede özetle; bu kuruluşun halen bulunduğu üretim alanında bir yıl kalacağı, bir yıl sonra kuruluşu Türk şahıs veya şirketlerine devredeceği, kazanılan para ile yeni bir sektörde üretime başlanacağı yer alır. Yani bu kuruluşların yöneticilerine çok önemli görevler tevdi edilmiştir.

İkinci örnek CUMHURİYET KÖYLERİ ile ilgilidir. Bülent Ecevit ve partisi tarafından hazırlanan KÖYKENT PROJESİ ile MHP’in ortaya koyduğu.TARIM KENTLERİ PROJESİ tamamen Atatürk tarafından geliştirilmiş bir bölgesel kalkınma projesidir.

Prof. Dr. Afet İNAN’ın hazırladığı ve uzunca bir dönem ortaokullarda Yurttaşlık Bilgisi dersi olarak okutulan “VATANDAŞA MEDENİ BİLGİLER” isimli ders kitabında yer alan Cumhuriyet Köyleri Projesi bugün yeni bir şey gibi ortaya konulmak istenmektedir.

Atatürk’ün başlattığı fakat bütün yurda yaymak için ömrünün yetmediği “CUMHURİYET KÖYLERİ” oluşturulduğu takdirde; bugüne kadar alt yapı için harcanan ve dahada harcanacak miktarın çok cüz’i bir kesimiyle hizmet ülkenin en uç noktasına kadar ulaşabilecektir. Böylece dağ başında üç beş insanın yaşadığı yerleşim yerlerinin güvenliği ve refahı için sarf edilen yüksek rakamlı harcamalar doğrudan üretime aktarılabilecektir. Nitekim ABD’de geliştirilen ve VENÜS PROJESİ olarak anılan sosyal yerleşim sistemi Atatürk’ün Cumhuriyet Köylerinin tıpatıp kopyasıdır ve başarıyla uygulanmaktadır.

Burada çalışkan Türk halkını kutsal Anadolu topraklarında açlığa mahküm eden kifayetsiz yöneticilerimize sesleniyorum. Buyrun size gerçek bir Atatürkçü olduğunuzu gösterme imkanı. Bu zamanda yapamazsanız, bir daha hiç şansınız olmaz.

Atatürkçülük uygulama ile olur. Nutukla Atatürkçü olunmaz. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da üretimin sıfır olduğu, birkaç ailenin yaşadığı köy ve mezralara devletin yol, su, elektrik, okul, telefon vs. götürdüğü, ebe ve hemşire gönderdiği görülmektedir. Ayrıca buralarda sabit  karakollar kurulduğu ve önemli miktarda güvenlik harcaması yapıldığı gerçektir. Dünyanın hiç bir ülkesi bu kadar zengin değildir. Bunun adı yönetim zafiyetidir.

Sonuçta; 40 yılı aşkın bir süredir ATATÜRK’ün en kuvvetli yönü olduğuna inandığım ekonomik görüşlerini her platformda savundum. Bu konuda” bu görüşlerin diğer görüşlerden her yönü ile iyi olduğunu ispat eden bir doktora tezi verdim. Konferanslarla, gazete makaleleri ile, seminerler ve televizyon programları ile ilgili ve yetkililere ulaşmaya çalıştım. Fakat başarılı olamadım. Şimdi tüm yöneticilerimizi bu alanda göreve davet ediyorum. Biliyoruz ki; milletin huzuru, güveni, refah ve mutluluğu ATATÜRK”ün gösterdiği yoldadır.

CUMHURİYETİMİZİN 100 .YIL KUTLAMA ETKİNLİKLERİNİ BİZ NEDEN GÖRMÜYORUZ ?…

Türk Milletinin tabiat ve adetlerine en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir.- Gazi Mustafa Kemâl Atatürk- (1924)

Türkiye’nin gündemini yakından takip ederek önemli konulardaki aydınlatma görevimi son 30 yıldır bıkmadan sürdürüyorum. Önemli olayları atlamamaya ve ilgilileri uyarmaya devam ediyorum.

Bugün 20 Ekim 2023. Şehit ve gazilerimizin kanlarını dökerek emperyalizme karşı kazandıkları muhteşem bir zafer sonrası kurulan Cumhuriyetimiz sadece 9 gün sonra tam yüzüncü yılına girecek. Bir asır devletlerin tarihinde çok önemli bir aşamayı simgeliyor.

Cumhuriyetin ellinci ve yetmiş beşinci kuruluş yılı kutlamalarını fiilen yaşamış ve o günlerdeki büyük coşkuyu tatmış bir kişi olarak bugünkü sessizliğe anlam veremiyorum. 1973’te 26 yaşında idim ve Ellinci Yıl kutlamalarına Burdur 58’inci Topçu Er Eğitim Tugayında Üsteğmen rütbesi ile iştirak ettim. Bu küçük ilde asker ve sivilin adeta kucaklaştığı Bir seri aktivite gerçekleştirildi. Devletimizin gücü ve büyüklüğünü bir kere daha tanımış ve Türklüğümle gurur duymuştum.

75’inci Yıl kutlamaları daha da organize idi. Bu defa halk kitleleri sadece yurt içinde değil yurt dışında da kutlama yapacak şekilde hazırlanılmış idi. Nitekim bende Kazakistan Devlet Başkanı Sayın Nur Sultan Nazarbayev’in özel daveti ile Prof.Dr.Ümit Meriç Hanım ile birlikte Kazakistan Almatı’da bir seri kutlama etkinliğinde ülkemizi temsilen katılmış ve başarılı çalışmalar sergilemiştim.

Bu defa 24 Ekim 2020’de yayınlanan bir Cumhurbaşkanlığı Genelgesi ile kutlamaların 30 Ağustos 2023’te başlayıp 29 Ekime kadar süreceği, bu konudaki tüm hazırlıkların İletişim Başkanlığı tarafından koordine edileceği iç ve dış kamuoyuna duyurulmuştu.

Alınan bu kararlar iyi düşünülmüş planlanmıştı. Aslında 100. Yıla ulaşmak gibi tüm yurttaşları ilgilendiren ve onların birlik ve beraberliğini pekiştirmek için gerekli olan motivasyon unsuru mevcuttu ve bu husus iktidardaki hükumete önemli avantajlar sağlıyordu. Ortaya çıkan sinerjiden çok iyi istifade edilebilir ve seçmenleri üzerindeki konumu daha da güçlendirilebilirdi.

Oysa iktidar bekleneni yapamadı. Cumhuriyetin 100. Yıla ulaşması gibi önemli konunun ciddiyetini iyi algılayamadı. Dünyada savaş dahil ne olursa olsun ekonomimiz ne kadar bozuk olursa olsun Ekim 2023‘te tüm Türkiye’de yer yerinden oynamalı ve yine tüm Türk Milleti coşku ile bu kutlamalara katılmalı idi.

Ayrıca biz inanıyoruz ki Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunun 100.Yıl kutlamaları cumhuriyetimizin itibarının içeride ve dışarıda korunması ile de yakından ilgilidir. Sayın Cumhurbaşkanının “İtibardan tasarruf olmaz” sözünü asla unutmadık.

Ülkemizdeki tüm kamu ve özel sektör kuruluşlarının, valiliklerin, kaymakamlıkların belediye başkanlıklarının, okullarımızın, sivil toplum kuruluşlarının, üniversitelerimizin, anayasal meslek kuruluşlarının, köklü spor klüplerimizin geçen yüz yıllık süre zarfındaki gelişmelerini anlattıkları Almanaklar şimdiye kadar elimizde olmalı idi.

Televizyonlar, radyolar, sosyal medyalar bangır bangır 100 .Yıl marşı, şarkısı ve Türküsünü çalmalı idi.

Şimdi yetkililerimize soruyorum. Neden bu sessizlik?. Etkinlikler yapılıyor da biz mi bir şeyler görmüyoruz ?

Vakit geç değildir. Hükumet hızla organize çalışmaları başlatmalı ve bu kutlamalar tüm ülke sathına yayılarak yurttaşlarımızın azami katılımı sağlanmalıdır.

HAMAS İNTİHAR EDİYOR… İSRAİL YİNE KAZANIYOR…


Felaket başa gelmeden evvel, onu önleyecek ve ona karşı savunulacak gerekleri düşünmek lazımdır. Geldikten sonra dövünmenin faydası yoktur. (Gazi Mustafa Kemal Atatürk – 1920)
Dünya gündemini birkaç gündür HAMAS liderliğindeki Filistinlilerin İsrail’e karşı başlattığı saldırılarla ortaya çıkan sıcak savaş durumu işgal ediyor.

76 yıllık yaşantımda dünyanın merkezi konumundaki Ortadoğu bölgesinde savaşsız geçen gün görmedim. Yıllardır süren Suriye iç savaşının sona ermesinden sonra yeniden silahların konuştuğu kara günlere döndük.

İsrail kurulduğundan beri daima savaş-kargaşa-kaos ortamı olarak tanınan Filistin toprakları; Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar için her ne sebeple olursa olsun asla vazgeçilemeyecek kutsal değerlere sahiptir.

Filistin’in halkı tarih boyunca birbirleri ile çatışmıştır. Bölgenin gerçek sahibinin kendileri olduğu savına şiddetle sahip çıkan ayrı dinlerin mensuplarının diğerleri üzerinde üstünlük kurmaya çalışması ile başlayan çatışmalarda topyekün Filistin halkı daima kan, gözyaşı ve şiddet görmüştür.

Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi ile 1517’de Osmanlı egemenliğine giren bölgede 400 yıl süren gerçek bir barış süreci yaşanmıştır. Bölge insanı her alanda güvenli ve müreffeh bir yaşam sürmüştür. Filistinliler aralarında çatışma olmadan tek bir millet gibi yaşamışlardır.

Osmanlının çöküş döneminde Yahudiler, II nci Abdülhamit’ten Osmanlı borçları karşılığında Filistin’den toprak talep etmişlerdir. İstekleri kabul görmeyen Yahudiler toprak ve vatan hayallerini ancak İkinci Dünya Harbi sonunda gerçekleştirdiler. Kasım 1947’de Birleşmiş Milletler; Filistin’in biri Yahudi öteki Arap olmak üzere iki devlet arasında paylaşılmasına karar verdi. Yahudiler bu kararı kabul ederken Araplar reddetti. 14 Mayıs 1948’de BM paylaşım plânı uyarınca David Ben-Gurion tarafından İsrail’in kuruluşunun ilan edilmesiyle bölge halkının devamlı savaş ortamı içinde yaşaması artık olağan ve vazgeçilmez bir kader olmuştur.

Kuruluşunda büyük katkısı olan ABD, İsrail’i her alanda desteklemiştir. Bu destek; ABD bütçesinden her yıl yapılan finans yardımları ile birlikte, bölge ticaretini yönlendirmesi ve bölgeyi denetim altında tutması için ticari, askeri, siyasi, sosyal ve kültürel yardımlar şeklinde oluşmuştur.

Filistin’de kan ve gözyaşının durması için başta BM olmak üzere pek çok uluslararası kuruluş tarafından kararlar alınmıştır. Fakat hiçbiri İsrail tarafından uygulanmamıştır. Bundan sonra da uygulanması beklenemez. BM; 1967’de aldığı 242 Sayılı Karar ile; “İsrail’in 1967 yılı öncesi topraklara çekilmesi, Filistin Devletinin kurulması ve Arap ülkelerinin İsrail’i tanıması kararlaştırılarak bölgeye barış getirilmesi” istenmesine rağmen çatışmalar hiç durmamış aksine şiddetini arttırmıştır.

İlk günden itibaren savaşta fiilen İsrailin yanında ve desteğinde olduğunu ilan eden ABD bölgeye uçak gemisi göndermiştir. Çünkü ABD kendisini İsrailin hamisi olarak görmek ve bunu dünya kamuoyuna göstermek zorundadır.

– Çünkü ABD; petrolü üzerinde bulunduran stratejik önemi haiz Ortadoğu bölgesinde huzur ve istikrar istemez.

– Çünkü, ABD’nin dünya ticaret yollarını kontrol eden Ortadoğu’da asla vazgeçemeyeceği çıkarları vardır.

– Çünkü, ABD Petrolün sürekli çıkartılması ve dağıtımının da tamamen kendi kontrolünde bulunmasını ister.

– ABD bölge ülkelerinin ve küresel güç merkezlerinin petrol üzerinde hak iddia etmelerini önlemek için bölgede istikrar ortamının oluşmasını engellemek zorundadır.

– ABD, bölge halklarının devamlı çıkar çatışması içinde olmasını ister. İngiltere’nin 1920’de bölge halkları arasında yarattığı sun’i nifak tohumlarının daima yeşermesini ister. Bölge halklarının demokrasi ile değil, daima teokrasi ile yönetilmesini destekler.

ABD’nin bölge politikası Coğrafya ilminin doğal neticesi olup başka bir alternatifi yoktur. Yani İsrail büyük çatışma ortamının sorumlusu değildir.

Böylece İsrail kurularak kitaplarda vadedildiği iddiası ile sapsağlam vücuda bütün bünyeyi etkileyecek kadar zararlı mikrop salınmıştır. Hastalanan bünyeyi tedavi edecek doktorda her zaman ABD olmuştur.

İsrailde 130 ayrı ülke ve kültürden Musevi dinine inandıkları için göç eden insanlar yaşamaktadır. Dünyanın şeriat ile idare edilen tek dinci ve ırkçı yönetimi İsrail’dir. Aşırı dinci devlet herşeyin tek hakimidir. Bu yüzden başka dinlere bağımsızlık tanıması da asla mümkün değildir.

İsrail HAMAS’ın saldırılarına her türlü savaş kurallarını hiçe sayarak karşılık vermiş ve Gazze adeta taş üstünde taş kalmayacak şekilde bombalanmıştır. Sivil halkın kayıpları giderek artmaktadır. Bu duruma ne yazık ki Arap ülkeleri seyirci kalmaktadır. Peki Arapların gücü İsrail’in onlarca katı değil mi? Araplar biraraya gelerek asırlarca huzur içinde yaşadıkları ata topraklarından İsrail’i atamazlar mı?

Malesef atamazlar. Çünkü Araplar bunu defalarca denedi. İsrail’i ortadan kaldırmak üzere biraraya gelip ve dört bir yandan saldırdılar. Fakat her saldırı sonunda daha fazla toprak kaybettiler. Günümüzde ise tamamen ABD güdümündeki petrol zengini kıral ve şeyhlerin hükümran olduğu Arap dünyasının böyle bir teşkilatlanma içine girmesi ve müşterek bir cephe oluşturarak hareket etmeleri de imkansızdır.

O halde soralım. Bu bölgede sorunlar çözümsüz mü kalacaktır? Çözümsüzlük hep çözüm mü olacaktır? Tabii ki hayır. Çözüm bölge ülkelerinin birliğinden ve bölgesel güç olarak bir çatı altında asgari mutabakat ile toplanmalarından geçmektedir. Osmanlı bunu yapmıştır. İsrail yöneticilerinin ağzından ister istemez dökülen ” Osmanlı’nın bir manga ile sağladığı istikrarı biz bir ordu ile sağlayamıyoruz” şeklindeki acı yakınması, belkide sorunun çözümü için yol gösterici olacaktır.

Aslında bu toprakların gerçek sahibi Filistin halkıdır. Filistinliler; Yahudi, Müslüman, Hristiyan gibi inançları olsa bile ayni ortak kültüre sahip birbirleri ile kaynaşarak binlerce yıl birlikte yaşamış bir halktır. Ayrılıkları sun’idir. Bu halklar tarihte bir büyük üst yönetim altında birarada barış içinde yaşayabileceklerini isbat etmiştir. Yine yaşayabilirler. Fakat bunun için bölge halkları ile liderleri arasında uzlaşı ve diyalog gereklidir.

Bu uzlaşının gerçekleşme yeri Türkiye’dir. Çünkü Türkiye, bu bölgede ABD ve AB menfaatlerine set çekebilecek ve bölgede huzur ve istikrarı sağlayabilecek potansiyel güce sahip tek ülkedir. 600 yıl bölge halkları arasında huzur ve güveni tesis eden Türkiye’nin tekrar bu işlevi yapabilmesi için yöneticilerinin kendi gücünün farkında olması gerekir. Ayrıca ABD ve AB politikalarını doğrudan uygulayan bir ülke konumunu terk etmemiz gerekmektedir. Türk milleti olarak kendi milli menfaatlerimiz doğrultusunda kendi seçtiğimiz milli hedeflere bizi ulaştıracak milli stratejiler üretip uygulamaya koymadıkça başarı şansımız yoktur.

Türkiye, bu işlevi en iyi şekilde yapabilecek tarihi tecrübeye ve milli güç unsurlarına sahiptir. Ben, yeterli potansiyelimiz ile birlikte bölge halkları üzerinde önemli derecede etkimiz olduğuna inanıyorum. Yeter ki milli menfaatlerimiz ışığında oluşturacağımız milli hedefleri her şart altında elde edebileceğimize inanmış ve meseleleri milli gözlükle görebilecek öngörüye sahip yöneticilerimiz olsun.

Günümüzün sıcak savaş durumuna gelecek olursak. Kanaatime göre bu defada tarihte gördüğümüz sahneler aynen tekrarlanacaktır. Yani İsraile saldırarak adeta intiharı seçen HAMAS şiddetle cezalandırılacak ve İsrail topraklarını daha da genişletip konumunu güçlendirecektir.

Bu topraklarda yaşayan ve bombalar altında vahşice can vermeye değil barış ve huzur içinde birlikte yaşamayı öğrenmeleri gereken Filistin halkı ise kaybedecektir. İsrail yine kazanacaktır. Ve bölge halkları daha uzun süre gerçek bir barış ve huzurdan mahrum kalacaktır..

Türkiye olarak; savaşan taraflara eşit uzaklıkta ve tam bir tarafsızlık içinde bulunmamız ve asla taraflara askeri bir destek vermememiz gerekmektedir. Burada bize düşen görev barışı tesis için yapılan çalışmalara önderlik etmek olmalıdır. Nitekim hükumetin açıklamalarından bu yolun takip edileceği anlaşılmaktadır.

Ve ben son söz olarak diyorum ki ;Ortadoğu’daki bütün olayların çözüm yeri Ankara’dır. Bölgedeki güç dengeleri ile tutarlı ve tarafsız bir politika uygulayarak barışı sağlayabilecek, uzlaşmayı gerçekleştirecek tek güç Türkiye’dir. Bunu sağlamak için hiç yerden fikir ve destek almaya ve küresel güçlerin çizdiği politikalar içinde yer aramaya gerek yoktur. Yeterli devlet tecrübemiz ile birlikte seçeceğimiz milli hedeflerimizi elde edilebilecek potansiyel gücümüz vardır. Kendimize güvenmek ve gücümüze inanmak zorundayız…

ANAYASA MADDE 28: BASIN HÜRDÜR, SANSÜR EDİLEMEZ

Gazetelerden korkmamak icap eder. Gazetelere gelince;onlar mevcut kanunlar dairesinde hürdür. Kanunun haricine çıkarlarsa kanuni sorumluluğa maruz kalırlar.- Gazi Mustafa Kemâl Atatürk –(1923)
İnsanoğlu; çevresinde ve dünyada olup bitenleri öğrenmek ve öğrendikleri ile düşündüklerini başkalarına duyurmak ihtiyacındadır. Bu ihtiyaç az veya çok her insanın doğasında vardır. Bu ihtiyacın giderilmesi için girişilen çeşitli teşebbüsler sonunda bugün basın-yayın dediğimiz ve medeni toplumların Yasama-Yürütme-Yargı dışındaki dördüncü kuvveti saydığımız “BASIN MÜESSESESİ” doğmuştur.

Basın Müessesesi çok önemlidir. Çünkü Yasama Yürütme ve Yargı organlarının tüm faaliyetleri geniş halk kitlelerine ancak özgür ve tarafsız basın organları kanalı ile ulaştırılabilir. Eğer basın işlevini tam olarak yerine getiremiyorsa bu üç organın hem birbiri ile ve hemde halk kitleleri ile irtibatı kopar. Ve sonunda kaos ortamı oluşur.

5 Ekim 2023’de tam 101 gün tutuklu olarak Silivri Ceza evinde hürriyetinden mahrum edilen TELE-1 Televizyonu sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ ilk duruşmasında 2 yıl 6 ay mahkumiyet cezası alarak tahliye edildi.Son yıllarda Türk kamuoyu gerçek demokrasinin işletildiği ülkelerde asla görülmeyen bu tip haberlere o kadar alıştı ki artık insanların zihinlerinde “Her gazeteci mutlaka hapse girmek zorundadır”algısı oluşmaya başladı.

Nitekim ülkemizin yüz akı ve tanınmış duayen gazetecisi olan 73 yaşındaki Ayşenur Arslan’ın polis tarafından apar topar evinden alınıp sorguya götürülmesi ve sonunda serbest bırakılması kamu oyunun dikkatini üzerinde topladı. Savcının suçsuz bulmasına rağmen Radyo Televizyon Üst Kurulu’nun(RTÜK) bu gazetecinin çalıştığı HALK Televizyonuna yayın durdurma ve para cezaları vermesi gibi hukuk dışı davranışlar günlük ve dikkati çekmeyen rutin işler haline dönüştü

101 gün önce Merdan Yanardağı korkutup susturulacağını sananlar bir kere daha hüsrana uğramışlardır. Biliyoruz ki O şimdi eskisinden çok daha radikal ve daha cesur bir faaliyet planını nasıl uygulayabileceğini hesabını yapmıştır. Bu ülkenin Yanardağ gibi gazetecilere daima ihtiyacı olmuştur. Düşünülenin aksine bu kısa hapis cezası yeni Yanardağ adaylarına güç ve ilham kaynağı olmuştur. Her zaman olduğu gibi yine kalem kazanmıştır.

Reklamın iyisi veya kötüsü olmaz. Merdan Yanardağ tutuklaması TELE-1 televizyonuna maddi karşılığı asla ölçülemeyecek kadar büyük bir propaganda kazancı hazırlamıştır. Çünkü Merdan Yanardağ ayıplı değildir, adi suçlu değildir.İyi yaptığı Gazetecilik yüzünden geçici olarak özgürlüğünü kaybetmiştir. Cezalar çekilir. Yeniden göreve daha dik ve güçlü olarak dönülür. Şimdi daha tanınmış bir kalem olarak hedef kitlesi büyümüş, etki alanı genişlemiştir.
r
18 Ekim 1982 tarihinde 2709 Sayılı Kanun ile yürürlüğe giren T.C. Anayasası’nın aşağıdaki maddeleri halen yürürlüktedir. Ve bu ülkenin tüm kurum ve kuruluşları bu Anayasayı uygulamak ve tüm vatandaşlarımız da anayasanın dediklerini aynen kabul ederek uymak zorundadır.

Madde 25 – Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.
Madde 26 – Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet Resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar.
Madde 28 – Basın hürdür, sansür edilemez. Basım evi kurmak izin alma ve mali teminat yatırma şartına bağlanamaz.
Evet Atatürk’ün yukarıda söylediği gibi; gazetelerden ve gazetecilerden korkmamak lazımdır. Aslında gerçeklerin hiçbir zaman ortaya çıkmayacağı, basın özgürlüğünün kısıtlandığı ortamlardan korkmak lazımdır.

RTÜK; Merdan Yanardağ’ın tutukluluğunu bahane ederek TELE1’e 7 gün ekran karartma kararı vermiştir. Ayrıca bu cezayı çok ağır para cezaları ile takviye etmiştir.
Bu demektir ki iktidar asla aykırı ses istemiyor. Halkın doğruları bilmesinden de rahatsız oluyor. Yüzlerce taraftar ve yandaş basının tek elden çıkmış haberlerle iktidarın sürekli methiyesini yaptığı bir ortamda bir elin parmaklarını geçmeyen sayıdaki özgür basın kuruluşlarını korkutup sindirerek susturmaya çalışıyor.

Peki başarılı olunuyor mu ve bir kaç cesur basın mensubunun her şeye rağmen çıkan sesleri susturulabiliyor mu? Geniş halk kitlelerinin bu bir avuç basın organını dikkatle ve ısrarla takip etmesi önlenebiliyor mu? Hayır. Onlar her şeye rağmen fikirlerini yaymaya devam ediyorlar. Çünkü halkta karşılıkları var. Sonunda bu çeşit cezalandırmalarla muhalif basının okuyucu sayısı artıyor ve daha çok ilgi odağı olmasının önü açılıyor.

Yaşadığımız gerçeği özetleyecek olursak; Günümüz Türkiye’sinde iyi gazetecilik yapmanın mükafatı demir parmaklıklar arkasını ziyaret etmektir. Seçimler yaklaştıkça bu uygulamanın artacağı açıkça görülmektedir. İyi kalemler bu süreçten geçmek zorundadır. Aslında bu tip uygulamalar yalnız bize mahsus değildir. Dünya Basın Tarihi çok önemli kalemlerin ve toplumları aydınlatmaya çalışan liderlerin başına yargı yoluyla açılan belaların ayrıntılı hikayeleri ile doludur. Fakat her defasında zalimler kaybetmiştir. Sonunda kazanan taraf hep doğruyu ve gerçekleri savunanlar olmuştur.

Sınır Tanımayan Gazeteciler tarafından yayınlanan 2023 Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’ne göre Türkiye 180 ülke içinde 165’inci sırada yer almaktadır. Merdan Yanardağ, Barış Pehlivan ve Ayşenur Arslan uygulamaları ile birlikte sanırım sıranın en sonuna yerleşeceğiz. Anayasasında ve yasalarında basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü gibi çok demokratik ilkelerine yer verilen ülkemin bu hale getirilmesi utanç vericidir. Aslında burada gazeteciler değil haber alma hakkı kısıtlanan Tüm Türk milleti cezalandırılmaktadır.

Gazetecilere baskı yapmakla gerçeklerin üstü asla örtülemez aslında fısıltı gazeteciliği devreye sokularak ve sosyal medya kullanılarak çok daha hızla çok daha geniş kitlelere ulaşılmış olunacaktır..Birilerinin bu gerçeği İletişim Başkanlığına ve Radyo Televizyon Üst Kurulu yöneticilerine hatırlatması gerekir. Bu baskı düzeni ile bizzat kendileri muhalefeti çoğaltma gibi istemedikleri bir hizmeti yürütmektedir. İşte bu tip uygulamalar çok başarısız bir Psikolojik Harekat operasyonunu göstermektedir.. Çünkü bu gibi yasaklar insanın ilgisini daha çok çeker ve çok daha kısa sürede geniş kitlelere yayılır. Şurası asla unutulmamalıdır. İnsan beyni görünürde güçlünün yanında gibi olsa da aslında daima mağdurun ve güçsüzün yanındadır.

Eski bir psikolojik harekat uzmanı olarak ilgililere hatırlatmak istedim.
Benim 1994 yılında o zamanın 1 milyon tirajlı gazetesi olan GÜNAYDIN’ın strateji sayfasına müstear isimle yazı yazarak başlayan amatör gazeteciliğim halen Önce VATAN İLE devam ediyor. 30 yıldır yazdığım makalelerin büyük bir bölümü internetteki” kumkale.net” sitesinde BİLDİRİ-YORUM logosu altında yayınlanmıştır. Bu yazılar toplam 12.000 sayfayı bulmaktadır. Evet ben bu ülkenin okullarında okumuş 30 yıl devlet memurluğu sonunda doğru bildiklerimi kamuoyuna aktarmak zorundayım ve yılmadan bu hakkımı kullanıyorum. Her ne şart olursa olsun korkmayacağım ve doğru bildiklerimi paylaşmaya davam edeceğim.

Geçen yılların tecrübesi göstermiştir ki cezalandırma yöntemi gerçek gazetecileri korkutamaz, yıldıramaz ve sindiremez . Ceza verilir ve ceza çekilir. Sonunda eskisinden çok daha dik ve çok daha güçlü olarak gerçekler kamuoyuna ulaştırılmaya devam edilir.

SİYASET V E SİYASİ AHLAK KAVRAMI

Asla hatırdan çıkarmamalısınız. Bizim en büyük kuvvetimizi, bugün de yarın da dürüst ve açık bir siyaset ile sözlerimize bağlılık teşkil edecektir. Gazi Mustafa Kemâl Atatürk (1922)

Türkiye’de siyasetin içinde bulunduğu durumu tespit etmek basit ve kolaydır. Açın gazete arşivlerini aradığınız bütün bilgileri ve hatta aradığınızdan fazlasını orada bulabilirsiniz. İşte bunlardan birkaç örnek;

– Başbakanlık gibi ülke yönetiminde en üst noktaya ulaşmış kişiler daha önceki başbakan veya bakanlar tarafından hırsızlık, yolsuzluk, ahlaksızlık, bilgisizlik ve hatta vatan hainliği ile suçlanabiliyor.

– Bir başbakan ve iki bakanı devleti iyi yönetemediler diye asılıyor. Daha sonra “hayır onlar gelmiş geçmiş yöneticilerin en iyileri idiler ” denilerek,” devlet şehidi” olarak ilan edilip akın akın ziyaret edilen anıt mezarlara defnedilebiliyor.

– Muhalefette iken “kara” denilen hususlara, iktidarda iken “ak” deniliyor. Dün kitle iletişim araçlarından bangır bangır söylenenler ve verilen bütün sözler bizzat söyleyenler tarafından unutuluyor. Millet hep sağır ve kör olarak görülüyor.

– Vatandaşın seçtikleri; atanan bürokratlar tarafından kolaylıkla yerlerinden alınabiliyor. Onu seçen milyonlar yok farz edilebiliyor.

– Hükümet etmek; ülke menfaatlerini millet adına gözetmek ve kollamak yerine, kendi yandaşlarına menfaat dağıtmak için ulaşılması gereken bir görev olarak algılanıyor ve kabul görebiliyor.

– Vatandaşın ekmeği ile geçim zorlukları; sadece seçim propaganda alanlarındaki nutuklarda bırakılarak, nasıl ve kısa sürede köşe dönebilirim hesapları yapılıyor.

– İnsanoğlunun var oluşundan itibaren daima korumaya özen gösterdiği “adalet ve adaleti sağlayan hukuk sistemi” bizzat onu yapanlar tarafından hiçe sayılıyor. Sokaktaki vatandaş kendi sorununu bizzat çözmek ikilemi ile karşı karşıya kalıyor. Çözemiyor. Sonunda yargının yerini alan mafya düzeninden yardım umuyor.

– Seçimlerde birinci olarak parlamentoya giren iktidardaki bir parti kapatılıyor. Bu partinin 35 yıldır siyaset yapan profesör unvanlı başkanına siyaset yasağı getirilebiliyor.

– Vatandaşlarımız seçtiği milletvekilinin hizmet için değil de, sağlanan menfaat karşılığı parti parti dolaşmasını utanarak ve fakat büyük bir kinle izliyor.
Yukarıda sadece ilk anda akla gelen birkaç tanesini sıraladığım olayların yarattığı bir ortamın tabii sonucu olarak bu günlere gelinmiştir. Bunları yapanlar küçük bir kesim olmasına rağmen etkisi bütün kesimi kaplayacak kadar büyüktür.

Ülkemiz üzerinde milli çıkarı olan dış güçlerin ve güçlenmemizi istemeyen küresel mihrakların bu durumun oluşmasında önemli etkisi olduğunu vurgulamak istiyorum.
Onlar istediler ve istediklerini de elde ettiler. Niteliksiz kişilerin siyasete girmesini destekleyerek “Siyasi Ahlâk” unsurunun yok olmasına zemin hazırladılar.
Ülkemizin geldiği nokta vahimdir. Mevcut potansiyeli ile Türkiye ve Türk halkı; üzerinde oynanan bu çirkin oyunu hak etmemiştir. Oyunun farkındadır. Fakat gücü bugün gelinen durumu değiştirmeye yetmemektedir.

Türkiye; bu ortamın hazırlanmasına katkıda bulunan ve siyaset yaptığını öne sürerek siyaset kavramını; yolsuzluk, köşe dönmecilik ve soygunculuk seviyesine indirten köhnemiş siyasi kişiliklerden mutlaka kurtulmalıdır.

Dinamik, heyecanlı, vatan ve millet sevgisi ile dopdolu, bilinçli ve denenmemiş kadrolar yurt çapında siyasi görevleri paylaşmalıdır. Bu ülkemizin kaçınılmaz ve öncelikli ihtiyacıdır. Bütün yönleri ile denenmiş, verebileceklerinin azamisini vermiş, gelecekten hiç bir beklentisi kalmayan eskimiş siyasetçilerin yerlerini aydın ve geleceğe ümitle bakan genç nesillere devretme zamanı gelmiştir. Siyaset ivedilikle parti liderlerinin tekelinden çıkartılıp geniş halk kitlelerinin katılımı ile güçlendirilmelidir.

3 Kasım 2002 seçimlerinde milletimiz Ak Partiyi büyük bir ekseriyetle iktidara taşımıştır. Tek parti iktidarının yaratacağı istikrar ortamının temiz siyaseti getirebileceğini ummuştur. Sonuçta yeteneksiz ve tecrübesiz kadroların elinde kalan halkımız bugün tekrar koalisyonlara dönmenin çabalarını göstermektedir.

Ben ülkemde temiz siyasetin ve temiz siyasetçinin hâkim unsur olacağı günleri görebilmenin özlemini çekiyorum. Türkiye ve Türk milletinin güçlenmesine gönül veren kadroların bilinçli ve planlı çalışmaları sonunda siyaset kelimesinin lügat karşılığı olan ” Devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı” vasfına yeniden kavuşacağına inanmak istiyorum.

AVRUPA ŞAMPİYONU OLAN ATATÜRK’ÜN KADIN VOLEYBOLCU EVLATLARI İLE TÜM TÜRK MİLLETİ GURUR DUYMUŞTUR. —— KADINLARIMIZIN BAŞARISINDAN VE YARATTIKLARI MÜTHİŞ SİNERJİDEN İKTİDAR VE MUHALEFET HİÇ YARARLANAMAMIŞTIR.

Türk milleti ve onun küçük ve büyük yaştaki çocukları çelikten yapılmış heykellerdir; onların ne olduklarını anlamak için onlarla savaş meydanlarında boy ölçüşmek lazımdır. -Gazi Mustafa Kemâl Atatürk- (1937)

A Milli Kadın Voleybol Takımı, 2023 CEV Avrupa Şampiyonası finalinde Sırbistan’ı 3-2 mağlup edip tarihinde ilk kez Avrupa Şampiyonu oldu. Turnuvada oynadığı 9 maçı da kazanan Filenin Sultanları, namağlup şampiyon oldular.

Avrupa şampiyonu olan Milli Kadın Voleybol Takımında gurur duyduğumuz her biri ayrı birer değer olan unutamayacağımız şu ondört sporcumuz yer almıştır; Gizem Örge, Simge Aköz, Cansu Özbay, Melissa Vargas, Ayça Aykaç, Hande Baladın, Derya Cebecioğlu, Elif Şahin, Eda Erdem Dündar, Saliha Şahin, Zehra Güneş, Aslı Kalaç, İlkin Aydın, Ebrar Karakurt.

Voleybolcu kızlarımızın sıradan bir başarısının dahi tüm milleti nasıl tek ruh, tek yürek ve tek vücut haline getirdiğini gören Türkiye üzerinde menfaati olan şer güçler adeta şok oldular. Bu ülkeyi hacı-hoca-sarık ve cübbe ile kolayca Arap ülkesine çevirebileceklerini sanan gafiller tüm çabalarının boşa gittiğini gördüler.

Bir spor galibiyetinin dahi tek yumruk haline soktuğu Atatürkçülerin gücü dünyanın da dikkatini çekti. Bir kere daha anlaşıldı ki Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün çocuklarının koruması altındadır. Ortaya çıkan Atatürkçü gücün yükselen enerjisi karşısında durabilmek asla mümkün değildir. Ve o gençler Ata’nın emaneti olan kutsal vatan topraklarının gerçek sahipleridir.

Evet laiklik karşıtı beyler boşa çabalamayın. Bu kez yine Atatürkçüler kazandı. Arkanıza yedi düvelin desteğini alsanız dahi bu gücün karşısında duramazsınız. Bu ülkenin sahibi ümmetci ve cemaatçi yobazlar değil, aydın kafalı Atatürkçülerdir. Nokta.

Şimdi genç kızlarımızın başarısı üzerine yapılması gerekipte yapılmayan birkaç hususa değinelim.

İktidar ve bileşenlerinin kadına bakışı bellidir. Dolayısıyla aydınlık yüzlü, sağlıklı, başı açık ve şort giyen millilerimizin yarattığı müthiş sinerjiden rahatsız olmuştur. Bunu doğal karşılayabiliriz. Çünkü 21 yıllık iktidarlarındaki bazı tutum ve davranışları ile bu menfi düşüncelerini açıkça beyan etmişlerdir. Ama daha düne kadar tek adam rejimi yerine iyileştirilmiş demokratik sisteme yeniden dönmek amacıyla bir araya gelerek büyük bir dayanışma örneği gösteren muhalefet partileri neden bu gençlere sahip çıkmamıştır. Neden birkaç üstün yetenekli genç kızımızın üstün azim ve iradeleriyle yeniden yarattığı demokratik ve laik ortam sahiplenilmemiş ve bu gençlerle kucaklaşılmamıştır.

Halbuki geçen yıl Aralık ayında Katar’da yapılan 22. FIFA Dünya Kupası finallerine Sayın Cumhurbaşkanımız ile birlikte çok sayıda üst düzey bürokratımız iştirak etmiştir. Başkalarının başarısını sahiplenen Cumhurbaşkanımız ve devlet erkanımız neden ülkemizin yüzünü dünyada güldüren ve Türkün gücünün bedava reklamını yaparak bizi dünyaya gerçek yüzümüzle tanıtan bu gençlerimize sahip çıkmamıştır.

Belçika’ya bu sporcularımızı almak için özel uçak göndermez miydik?

Sıradan derby maçlarında bile tribünlerde görmeye alıştığımız Sayın Erdoğan Belçika’ya gidip bu gençleri destekleyemez mi idi.?

Diyelim ki iktidarın kadınlar hakkındaki genel düşüncesi dolayısıyla sporcularımızın başarısına sahip çıkılamadı. Peki muhalefetin elini tutan mı vardı.?

Kadın lider olarak Türk kadınlarının sorunlarına çare bulacağını meydanlardan haykıran Sayın Meral Akşener torunu yaşındaki bu gençlerimizi Brüksel’de sahaya inerek kutlaya mazmı idi.? Onlara sarılıp, tebrik edip, henüz sahada terleri soğumadan kendilerine birer altın verip sevindiremez miydi.? Böylece partisinin çok önemli bir reklamını yapamaz mıydı.? Onlara özel uçak tutup Türkiye’de hava alanında yüz binlerce İyi Partili ile karşılamaz mıydı?

Doğal olarak tüm milletin dikkatini çeken ve milyonları sokağa döken voleybol maçlarından Ana Muhalefet lideri Sayın Kemal Kılıçdaroğlunun haberi yokmuydu?. Neredeydi olur olmaz her olayda boy gösteren CHP Kadın Kolları Genel Başkanı Aylin Nazlıaka Hanımefendi.?

Ben bu gençlerin son maçlarındaki her safhada muhalefet liderlerinin resimlerini görmek isterdim. Eğer muhalefet bunun ne anlama geldiğini değerlendirebilse idi. Ki bunu yapamadı. Kızlarımızın Avrupa Şampiyonluğu ile ortaya çıkarak tüm yurdu kaplayan Atatürkçü Düşüncenin hakim olduğu müthiş sinerjiyi sahiplenirler ve bunu tüm yurtta coşkunca kutlanacak bir hareket enerjisine çevirebilirlerdi.? Maalesef bu yaratılan enerji Belçika’daki spor sahasının dışına taşınamamış ve bu enerji kendi kendine söndürülmüştür.

Şimdi bir canlı yayına kulak verelim;

Yer Belçika’nın başkenti Brüksel. Yani AB’nin merkezi. Voleybol Federasyon Başkanı Mehmet Akif Üstündağ, ekibi ve diğer görevliler salonda. Daniele Santarelli ve sporcular da hazır.

Başkan, “Şampiyonluk için ne versek az. Prim olur, başka bir şey olur. Tüm özel isteklerinizi yerine getireceğiz. Salonda işiniz bitti. Şimdi söz sırası sizde” dedi..

Önce İtalyan hoca söz aldı. “*Bu konuda konuşması gereken oyuncularım*..” diyerek sözü Kaptan Eda Erdem’e bıraktı.Otelin salonu bir anda sessizliğe büründü. Kimseden çıt çıkmıyordu.
İşte Eda’nın o kısa konuşması:

“Atatürk’ün sporcu kızları, ülkesi adına kazandıkları başarıyı pazarlık konusu yapmaz. Ne prim ister, ne de başka özel bir şey. 85 milyona yaşattığımız mutluluk bize yeter..”

İşte size gerçek bir Türk kızının resmi.

Sonuç olarak iktidar ve muhalefet partilerimiz el birliği ile Kadın Milli Voleybol takımının kazandığı büyük başarı ile yaratılan coşkuya sahip çıkamamışlardır. Ortaya çıkan müthiş enerjiyi tüm dünyada Türkiye’nin tanıtımı açısından kullanamamışlardır..

Görülsün ve bilinsin istedim.

SİVAS KONGRESİNDEN ALINACAK DERSLER

Milli sınırlarımız dahilinde memleketin tamamiyetini ve milletin tam bağımsızlığını temin etmek. Bizim millete karşı üstlendiğimiz vazife işte bunu temin edecektir. (Gazi Mustafa Kemâl Atatürk – 1921)

Bugün 4 Eylül 2023’tür ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından tam bağımsız Türk devletinin temellerinin atıldığı Sivas Kongresinin (4-11 Eylül 1919) üzerinden tam 104 yıl geçmiştir.

O günlerde kaybedilmiş bir Cihan Harbi sonunda, işgal altında bulunan imparatorluk topraklarında tutsak edilmiş bir padişah ve her karış toprağında işgal askerlerinin dolaşmasına imkan veren Mondros Mütarekesinin uygulandığı esaret yılları yaşanıyordu. Ve galip devletler, galibiyetin kendilerine tanıdığı tüm avantajları kullanıyordu. Esir Osmanlı padişahı ve esir Osmanlı hükümeti her alanda düşmanlarına tam teslimiyet görünümü içindeydi.

4 Eylül 2023 tarihinde bir asrı geride bırakan cumhuriyetimiz geçen süre içinde askeri alanda bir mağlubiyet görmemiştir. Türk bayrağı Türkiye Cumhuriyeti devletinin semalarından hiç inmemiştir.. Ülkemiz şu anda işgal askerlerinin çizmeleri altında değildir.. Ve hâlâ Türk milletinin özgür iradesi ile seçilmiş vekillerimiz TBMM çatısı altında görev yapmaktadır..

Bugün görünürde işgal askerlerinin süngüsü yoktur. Ama beyinlerdeki küresel emperyalizmin işgali ülkenin en ücra noktasına kadar ulaşmış durumdadır. Ve bugün ülkemin seçilmiş parlamenterleri bu ülke topraklarında ayrı bir devlet kurma fikrini rahatlıkla tartışılabiliyorlar. Ülkeyi kana bulayan terör örgütünün hapisteki liderinin posterleri sokaklarımızda taşınıyor ve fikirlerinden istifade etmemiz dayatılıyor. Ülke meselelerinde bizim değil, ABD ve AB yetkililerinin sözü daha fazla dinleniyor. Yönetimde milli değerlerimiz, değil küresel güçlerin menfaatleri ön plana çıkabiliyor. Ve herşeyden sonra, önceden hazırlanmış medya kanalıyla bütün bunlar halkımıza iyi şeyler olarak gösterilebiliyor. Çünkü bütün bu olumsuz faaliyetlere TBMM’de kabul edilen Uluslararası İkiz Yasalar ve AB dayatması ile çıkartılan uyum yasaları vasıtasıyla Türk hukuku izin veriyor.

Bilindiği gibi “İkiz yasalar”, 4 Haziran 2003’te AKP ve CHP’nin oyları ile TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilmiş ve 17 Haziran 2003’de Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından onaylanarak yürürlüğe girmişti. İkiz yasalarla ülkemizde yaşayan tüm halklara, mezheplere yani farklı toplumsal kökenlere sahip olanlara “kendi kaderini tayin etme” hakkı veriliyordu. Yani bunu imzalayan devletlerde yaşayan etnik kökenler, dilerse ayrılabilir, kendi kendini yönetebilir’ deniliyordu. Yani bir çeşit teslimiyet kabul ediliyordu.

Tüm bu stratejik yönetim hatalarına rağmen sağduyulu halkımız olanları çok iyi görüyor, anlıyor ve şimdilik ibretle seyrediyor.. Ben sadece 104 yıl önce Mustafa Kemal Paşa yönetimindeki bir avuç vatan evladının Sivas Kongresinde aldıkları kararların bugünde geçerliliğini koruduğunu ve benzeri kararların bugünde alınma ihtiyacı doğduğunu belirtmek istiyorum. Bu kararlardan alınacak çok dersler olduğunu vurguluyorum.

O zamanda ülkede yabancı hayranlığı vardı ve bu yüzden kongrede öncelikle manda himayesi altına girilmesi tartışılmıştır. Manda fikrini savunanlar; devletin 500 milyon borcunun olduğunu, aynen günümüzde IMF, Dünya Bankası veya diğer küresel güç odakları önünde baş eğdiğimiz gibi mevcut gelirlerimizin bu borcun faizine dahi yetmeyeceği, bağımsız yaşamaya malî durumumuzun elverişli olmadığını, çevremizde bizi paylaşmak için bekleyen devletler bulunduğunu, parasız ordu kuramayacağımızı, işgal devletlerinin modern silahlarına karşı elimizde silah ve de asker olmadığını dayatıyorlardı.

Sonuçta tam bağımsızlık fikrinin kabul edildiği Sivas Kongresi kararları 12 Eylül’de Sivas halkının da katıldığı açık bir oturum ile kamuoyuna açıklandı. 14 Eylülde Türk Milletini Sivas kongresi’nce kararlaştırılan program ve oluşturulan Temsil Heyeti etrafında toplama amacıyla ilk yazılarının çoğu Mustafa Kemal tarafından kaleme alınan İrade-i Milliye Gazetesi’nin çıkarılmasına başlandı.

Günümüzde ekonomik darboğaz içinde çok sıkıntılı anlar yaşayan halkımızın iş ve aş bulmak gibi temel sorunlarına çare bulunamamaktadır. Aksine tarihi Sivas Kongresinde dile getirildiği gibi tamamen dış dayatmalarla Kürt açılımı, Ermeni açılımı, Kıbrıs açılımı gibi tamamen küresel odakların dikte ettirdiği sanal konular gündemimizi işgal etmektedir.

Açılım tartışmalarının her platformda devam ettiği bu süreçte yöneticilerimizin öncelikle tarihi Sivas Kongresinin yapıldığı olumsuz şartları iyi değerlendirmeleri ve o gün alınan çok cesur kararları bir kere daha hatırlamalarında fayda mülahaza edilmektedir.

İşte 4-11 Eylül 1919 Sivas Kongesi kararları;

1. Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında yapılan Ateşkes Anlaşması’nın imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihindeki sınırlarımız içinde kalan ve her noktasında çok büyük bir İslâm çoğunluğunun bulunduğu Osmanlı ülkesinin parçaları birbirinden ve Osmanlı topluluğundan parçalanamaz ve hiçbir sebeple ayrılmaz bir bütündür. Bu ülkede yaşayan bütün Müslüman halklar, birbirine karşılıklı hürmet ve fedakârlık duygularıyla dolu, birbirlerinin ırkî ve sosyal haklarına saygılı, yaşadıkları muhitin şartlarına tam olarak riayetkâr öz kardeştirler.

2. Osmanlı toplumunun bütünlüğü, milli istiklalimizin sağlanması, Hilâfet ve Saltanat yüce makamının dokunulmazlığı için Kuva-yı Milliye’yi etkili ve milli iradeyi hâkim kılmak esastır.

3. Osmanlı topraklarının herhangi bir parçasına karşı yapılacak müdahale ve işgale ve özellikle vatanımız içinde müstakil birer Rumluk ve Ermenilik kurulmasına yönelik hareketlere karşı, Aydın, Manisa ve Balıkesir cephelerindeki milli cihatlarda olduğu gibi, elbirliğiyle savunma ve direnme esası meşru kabul edilmiştir.

4. Öteden beri aynı vatan içinde birlikte yaşadığımız, bütün gayr-i müslim azınlıkların her türlü hakları bütünüyle mahfuz bulunduğundan, bu azınlıklara siyasî egemenlik ve toplumsal dengemizi bozacak imtiyazlar verilmesi kabul edilmeyecektir.

5. Osmanlı Hükümeti bir dış baskı karşısında memleketimizin herhangi bir parçasını terk ve ihmal etmek zorunda kalırsa, Hilafet ve Saltanat makamı ile vatan ve milletin dokunulmazlığını ve bütünlüğünü sağlayacak her türlü tedbir ve kararlar alınmıştır.

6. İtilaf Devletleri’nce Ateşkes Anlaşması’nın imzalandığı 30 Ekim 1918 tarihindeki sınırlarımız içinde kalıp İslâm çoğunluğunun oturmakta olduğu, kültür ve medeniyet üstünlüğünün Müslümanlarda bulunduğu ve bir bütün teşkil eden vatan topraklarının taksimi görüşünden büsbütün vazgeçip, bu topraklar üzerindeki tarihi, ırki, dini ve coğrafi haklarımıza riayet edilmesine ve buna aykırı teşebbüslere son verilmesine ve böylece hakka ve adalete dayalı bir karar alınmasını bekleriz.

7. Milletimiz insani, muasır (çağdaş) gayeleri yüceltir, teknik, sınaî ve ekonomik durumu ve ihtiyacımızı takdir eder. Böylece devlet ve milletimizin iç ve dış bağımsızlığı ve vatanımızın bütünlüğü saklı kalmak şartıyla, altıncı maddede yazılı sınırlar içinde, milliyet esaslarına saygılı olan ve memleketimize karşı istila emeli gütmeyen herhangi bir devletin teknik, sınaî, ekonomik yardımını memnuniyetle karşılarız. Bu adaletli ve insani şartların gerçekleşmesi, bir barışın acilen kararlaştırılması, insanlığın selameti ve dünyanın esenliği adına, en has milli emelimizdir.

8. Milletlerin kendi geleceğini bizzat kendilerinin tayin ettiği bu tarihi dönemde İstanbul Hükümeti’nin de milli iradeye bağlı olması zaruridir. Çünkü milli iradeye dayanmayan herhangi bir hükümetin keyfi kararlarına milletçe baş eğilmediği gibi, böyle kararların dışta da muteber olmadığı ve olamayacağı, şimdiye kadar geçen olaylarla ve sonuçlarla ortaya çıkmıştır. Böylece, milletin içinde bulunduğu sıkıntı ve endişeden kurtulmak çarelerine bizzat başvurmasına gerek kalmadan, İstanbul Hükümeti’nin milli meclisi hemen ve hiç zaman yitirmeden toplaması ve böylece milletin, memleketin geleceği üzerinde alacağı bütün kararları milli meclisin denetimine sunması mecburidir.

9. Vatan ve milletimizin maruz kaldığı zulüm ve elemler ile ve hepsi aynı amaç ve maksatla milli vicdandan doğan vatansever ve milli cemiyetlerin birleşmesinden oluşan genel topluluk, bu kez “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” adını almıştır. Bu cemiyet her türlü particilik akımlarından ve şahsi ihtiraslardan uzaktır ve arınmıştır. Bütün Müslüman vatandaşlarımız bu Cemiyet’in tabii üyeleridir.

10. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin 4 Eylül 1919 tarihinde Sivas’ta toplanan Genel Kongresi tarafından, mukaddes maksadı takip ve genel teşkilatı idare etmek için bir Heyet-i Temsiliye seçilmiş ve köylerden il merkezlerine kadar bütün milli teşkilatlar takviye edilmiş ve birleştirilmiştir.

ORDU-MİLLET TÜRKLERİN 30 AĞUSTOS 1922 ZAFER BAYRAMINI KUTLUYORUM

Türk vatanının ve Türklük camiasının şan ve şerefini, iç ve dış her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni her an yapmaya hazır ve hazırlanmış olduğuna benim ve büyük milletimizin tam bir inan ve itimadımız vardır.(Gazi Mustafa Kemâl Atatürk-1938)
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunun önündeki son engelleri ortadan kaldırıp bağımsızlığın yolunu açan Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nin 101’inci yılını bütün yurt sathında coşku ile kutluyoruz. 26 Ağustos’ta başlayıp 30 Ağustos 1922’de muhteşem bir zaferle sonuçlanan Büyük Taarruz ile ne kadar övünsek azdır.

24 milyon Km.karelik Osmanlı İmparatorluğunun Anadolu’da kalan yanmış yıkılmış ve her köşesi harabeye dönmüş toprakları üzerinde Gazi Mustafa Kemal önderliğindeki bir avuç insan yepyeni bir devlet oluşturmuştur. Ve bugün genç cumhuriyetimiz geçen yüz yılın sonunda ulaştığı gelişmişlik seviyesi ile dünya ülkeleri arasında layık olduğu saygın yeri almış gibi görülmektedir.

”Almış gibi görülmektedir “sözü ile gerçekleri ifade etmek istedim. Çünkü günümüzde can verip, kanımızı dökerek başarıyla sonuçlandırdığımız Kurtuluş Savaşı ile elde ettiğimiz bağımsızlığımız ve kurduğumuz Cumhuriyetimiz kurulduğu tarihteki kadar özgür ve bağımsız değildir. O günlerde ay yıldızlı bayrağımızı selamlayarak ülkemizi terk eden ülkeler bugün ekonomileri, kültürleri, hukuki düzenleri ile ülkemizi bir uçtan bir uca işgal etmeye başlamışlardır. Bununla da kalmamışlar ellerinde bulunan sınırsız iletişim imkânları ile Türk milletinin beyinlerini satın alarak insanlarımızı küresel mihraklara bağımlı hale getirmeye çalışmışlardır.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 103 yıl önce 23 Nisan 1920’de TBMM duvarına astırdığı “Hâkimiyet Kayıtsız Şartsız milletindir” vecizesi hâlâ bulunduğu yerde durmaktadır. Fakat hâkimiyet gerçekte tam olarak millette ve milletin seçtiklerinde değildir. Ülkemiz küresel dış güçlere ekonomisi dahil pek çok alanda teslim olmuştur. Bugün ülke yönetiminde ağırlık ABD’nin, AB’nin, küresel finans kuruluşlarının eline geçmiştir. Hatta bu küresel güçlerle paralel olarak bir takım cemaat ve tarikatların Anayasa ve yasalarımıza göre açıkça suç olmasına rağmen devlet yönetiminde oldukça etkili oldukları görülmektedir. Bizim seçtiklerimiz ve seçilenlerin atadıkları devlet memurlarının ise onların emir ve buyruklarını harfiyen yerine getiren robotlar haline dönüştürüldüğüne şahit olunmaktadır.

Ülkemiz toprakları üzerinde bağımsız bir Kürdistan kurmak için devlet güçlerine uzun yıllardır karşı silahlı mücadele veren PKK terör örgütü yandaşları demokratik hakları öne sürerek özerklik isteklerini açıkça dile getirebilmektedir. Ve bölücü hareketler başta ABD olmak üzere pek çok dost ve müttefik olarak bildiğimiz ülkelerden açıkça destek görmektedir.

Yaşadığımız coğrafya dünyanın stratejik ve coğrafi merkezindedir. Bu merkezde sağlıklı ve sürekli bir yönetim her alanda güçlü olmayı gerektirmektedir. Ve dünyada söz sahibi olmaya çalışan tüm ülkeler ve uluslararası küresel güçler bu bölgedeki menfaatleri kaybetmemek için hem bizimle ve hemde birbirleri ile açık ve gizli mücadelelerine durmaksızın devam etmektedirler.

Türk milleti dostunu düşmanını iyi bilmek ve bugün yeniden zafer kazanmak için hazırlıklı olmak zorundadır. Çünkü Atatürk Türkiyesinin küresel emperyalizm karşısında son yıllarda kaybettiklerinin geri alınması için yeniden kurtuluş savaşına ihtiyaç vardır. Türkiye üzerinde menfaati olan küresel güçler böyle bir savaşı beklediklerini ifade etmektedirler. Ve bu güçler bu savaşı verecek olanın Türk ordusu ve onu yaratan Türk milleti olduğunun farkındadır. İşte bu yüzden Türk milletinin dayandığı en büyük güç olan ordunun zayıflatılması için plânlı saldırılar dört bir yandan artarak devam etmektedir.

36 yıl ordunun üniformasını şerefle taşıyan bir kişi olarak bu kutsal ocağı bütün unsurları ile tanıyorum. Binlerce yıldan bu yana nesilden nesile aktarılarak gelen köklü geleneklerin bir daha söküp atılamayacak şekilde ordu saflarında nasıl kökleştiğini de iyi biliyorum. İşte bu yüzden hangi isimle ve hangi şartlarda saldırırlarsa saldırsınlar Türk ordularının savaşma azim ve iradesini asla bozamayacaklarını iddia ediyorum.

Ordu- Millet kavramı ile bütünleşen ve Kara Kuvvetlerinin 2500 yıllık şanlı tarihi ile nam salan Türk Ordusu iç ve dış tüm saldırılara rağmen bugün dimdik ayaktadır. Ordumuzun yönetim kademeleri hakkında satın alınmış kalemlerce atılan yalan-yanlış iftiraların halkımız nezdinde hiç bir değerinin olmadığı bir gerçektir. Atatürk Türkiyesi’nin gerçek sahibi olan Türk halkının; yabancı ülkeler temsilcileri ne derse desin, dış güçlerin istekleri doğrultusunda yöneticileri ne kadar yanlış yaparsa yapsın, kendi bağrından çıkan Silahlı Kuvvetlerine ve dolayısıyla devletine daima sahip çıkacağına bütün kalbimle inanıyorum.

Türkiye; dünyanın merkezinde yer alarak dünyadaki en belâlı ve şaibeli bölge durumunu muhafaza eden Ortadoğu-Kafkaslar- Balkanlar üçgeninin tam ortasındadır. Ülkemiz, hangi pakta dahil olursa olsun, hangi devletler ile ittifak yaparsa yapsın bölgesinde kendi gücüne dayanarak ayakta kalmak mecburiyetindedir. Kendi gücümüz derken kastettiğim Türk ordusunun gücüdür. Eğer güçlü Türk ordusu olmasa idi bu coğrafya’da bizi bir gün dahi yaşatmazlardı. Zaten ordumuz olmadan devlet olma vasfınız da kalmazdı.

Günümüz savaşlarını ise devletler sadece cephelerdeki orduları ile değil, milletlerini bütün unsurlarıyla devreye sokarak ( topyekün milli güç unsurlarını kullanarak) yaparlar. Türkiye böyle savaşlara her zaman hazır olmak zorundadır.

Askerlik mesleği devletin ve milletin bek’asını sağlayan, kendine has özellikleri bulunan, zor, meşâkkatli, şahsi ferâgat ve fedakârlık isteyen, karmaşık, geniş bilgi ve beceriyi gerektiren kutsal bir meslektir. Türkler, tarihin ilk devirlerinden itibaren kendisini koruyan ordularına ve askerliğe büyük önem vermişlerdir Sosyal yaşamlarının her safhasında askeri karakter taşıyan disiplinli bir millet olmanın en güzel örneklerini sergilemişlerdir.

Türk Orduları, Türk milletinin yaşantısında daima ön planda olmuş ve ağır mesuliyetler yüklenerek devlet hayatının vazgeçilmez temel unsurunu teşkil etmişlerdir. Türklerin binlerce yıldan beri taşıdıkları Ordu-Millet olma vasfı onun askeri kültürünün zenginliğinin ve gücünün en veciz ifadesidir. Türk Ordusu; milletinin bağrından çıkmıştır ve milleti temsil etmektedir. Türk milleti ordusunun güçlenmesi ve kuvvetlenmesi için varını yoğunu verirken, Silahlı Kuvvetlerimiz milletine ve şanlı tarihine lâyık olabilmek için var gücüyle çalışmaktadır.

Milletimin 30 Ağustos Zafer Bayramını kutluyorum. Bize bu ülkede egemen ve özgür yaşamamızı sağlayan kahraman askerlerimizi, şanlı Mehmetçikleri saygıyla anıyorum. Şehitlerimizin ve gazilerimizin aziz hatıraları önünde tazimle eğiliyorum. Bu kutsal ocağın daima bağımsızlığımızın sembolü olacağına inanıyorum.

NAGASAKİ VE HİROŞİMA’YA YAPILAN ATOM BOMBASI SALDIRISINI UNUTMAYALIM VE UNUTTURMAYALIM….

Felaket başa gelmeden evvel, onu önleyecek ve ona karşı savunulacak gerekleri düşünmek lazımdır. Geldikten sonra dövünmenin faydası yoktur. Gazi Mustafa Kemâl Atatürk (Nutuk-1927)

Ağustos ayı Türk tarihi içinde Zaferler Ayı olarak bilinir. Anadolu’nun kapısını Türklere açan Malazgirt Meydan Muharebesi ve Anadolu’dan düşman askerlerini atan Büyük Taarruz bu ay içinde gerçekleşmiştir.

Biz Türkler için gurur duyacağımız günler yaşadığımız bu ay dünya tarihi için oldukça acı hatıralarla doludur. Bunların başında Japonyanın Nagazaki ve Hiroşima şehirlerine atılan ABD Atom Bombası ile yapılan bir insanlık katliamı gelmektedir.

Bundan tam yetmiş yıl önce 6 Ağustos 1945’te ABD; “Kuralsız Şiddet” olarak nitelendirilen Asimetrik Savaşın en tipik örneğini doğrudan Japon halkı üzerinde uygulayarak Japonyanın kayıtsız ve şartsız ABD’ne teslim olmasını sağlamıştır.

Dünyada gerçekleşmiş asimetrik savaş uygulamaları arasına ABD’nin Hiroşima ve Nagasaki’ye atom bombası atmasını almak ne dereceye kadar doğru diye sorulabilir. Belki de atom bombası kullanılması bugünkü asimetrik savaş ve terör uygulamaları ile tanımlamalara göre uygun değildir. Fakat ben bu kanaâtte değilim. Çünkü bu saldırı birbiri ile savaşan iki devletin orduları arasında olmamıştır. Klasik savaş hukukuna uygun olarak bu silah kullanılmamıştır. Zamanlaması, hedefi ve sonuçları beklenilmeyen yer ve zamanda olmuş ve o güne kadar hiç kimsenin görmediği ve ummadığı ölçüde büyük zayiat meydana gelmiştir.

Hedef doğrudan doğruya muharebe sahasının dışındaki masum sivil halktır. Ölenler ve yaralananların tamamı sivildir. Yıkılan yerler sivil yerleşim merkezleridir. Çünkü hedef sivildir. Burada hedef olarak doğrudan doğruya Japon halkının korkutulup, yıldırılıp, sindirilip, savaşma azim ve iradesinin kırılması suretiyle kayıtsız şartsız teslimi alınmıştır. Bu hedef gerçekleşmiş ve o güne kadar görülmemiş bir silahın kısa süre içinde ortaya çıkardığı müthiş yıkım Japonya’yı dize getirmeye yetmiştir.

Asimetrik savaşta genellikle güçsüz olan taraf Asimetrik saldırı uygular. Burada ise tam tersi olmuştur. Hiroşima ve Nagasaki’ye yapılan Atom Bombası saldırıları, güçlü tarafın uyguladığı asimetrik savaşın en belirgin örneği olarak tarihteki yerini almıştır. Çünkü bu savaşın meydana getirdiği yıkım ve yarattığı şiddetin benzerine bir daha rastlanmamıştır.

Özetle o günleri hatırlayalım;

6 Ağustos 1945’de ABD’nın Japonya’ya atom bombası kullanmasının üzerinden 70 yıl geçmesine rağmen insanlık o günkü vahşetin ve insanlık ayıbının izlerini silememiştir. Belki tamamen yok olan iki şehrin yerine yenileri yapıldı. Ama ne yapılırsa yapılsın ABD’nin yarattığı bu vahşetin izlerini insan beyinlerinden tam olarak silmenin imkanı yoktur. Zaten Japonya yönetimi de bilinçli olarak tam 70 yıldır yeni yetişen nesillere bu acıyı devamlı hatırlatarak unutmamalarını sağlıyor.

Bu ayıba sadece hava, toprak, su, ateş ve orada o anda buharlaşan masum bedenler şahit oldu. Tanrının yarattığı bu güzellikleri yok edenlerin insan olmasını düşünmek dahi insana acı veriyor. Ne yazık ki insanoğluna bu kötülüğü reva görenler hâlâ dünyayı kana bulamaya devam ediyorlar.

26 Temmuz 1945’de ABD Başkanı Truman, Japonyanın koşulsuz teslim olmasını isteyen Potsdam Deklarasyonu’nu yayınladı. Hiroşima’ya atom bombası atılmadan iki hafta önce, New Mexico Alamogordo’da ABD, atom bombasının ilk denemesini yapmıştı. Japonya ültimatomu reddedince, Truman müttefiklerini de bilgilendirerek nükleer saldırı emrini verdi.

Amerikanın Güney Pasifik’teki Tinian Adası’ndan Albay Paul Tibbets yönetimindeki Enola Gay isimli B-29 uçağı, 6 Ağustos 1945 sabahı “Little Boy” isimli Atom Bombası yükü ile havalandı. 10 000 metreden saat 8.13’te atılan bomba saat 8.15’te Hiroşima’nın 580 metre üzerinde patladı. İlk anda 70.000 insan buharlaştı. Yüksek sıcaklıktan dolayı insanlar asfalta yapıştı. Bir hafta boyunca şehre asit yağdı. İki ay içinde radyasyon sebebiyle 70.000 insan daha hayatını kaybetti. 60.000 kişi de beş yıllık süre içerisinde ölünce Hiroşima’nın bilançosu 200.000 insanın ölümü, onbinlerce insanın da sakat kalması oldu.

Bu katliamdan üç gün sonra 9 Ağustos’ta saat 11:02’de “Fat Man” isimli 21 ton patlayıcının gücüne sahip bomba Nagasaki’yi cehenneme çevirdi. 75.000 kişi anında kavruldu. Bir o kadar kişi de beş yıllık süre içerisinde can verdi.

60 yıl sonra 6 Ağustos 2005 yılında Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Başkanı Muhammed El Baradey, Japonya’nın Hiroşima ve Nagasaki kentlerine atılan atom bombasının yaptığı yıkımın, insan hayatı için nükleer silahların ortadan kaldırılması gerektiğini ispatladığını söylüyordu.

Japonyayı teslim alan bu saldırılardan sonra insanlık 70 yıldır nükleer silahsızlanmadan bahsediyor. Bombayı atan ABD ise kendi deyimiyle savaş açtığı ülkelere demokrasi getirmeye devam ediyor. Ürettiği yeni silahları insanlar üzerinde deniyor ve bunu televizyonlarda göstere göstere yapıyor. Yüksek ısıya sahip mermilerle tankların çelik zırhlarını eritirken, Napalm ile gökten insanlara ateş yağdırarak yakıyor. Ve bu ABD, bütün savaşlarının sebebini saldırdığı ülkelerde “NBC silahları bulundurulması” olarak gösteriyor.

Atom bombası hedefleri seçilirken bombanın etkisini en iyi gösterecek yerler olmasına dikkat edilmişti. Hiroşima dümdüz bir şehirdi ve bombanın etkisini azaltabilecek bir pürüze sahip değildi.

Bomba şehrin merkezindeki her yeri ve her şeyi yok etmişti. Ulaşım, haberleşme, yiyecek, içecek… Hiçbir hayat belirtisi yoktu, can çekişen insanların iniltisinden, yaralıların feryatlarından, yakınlarını arayanların çağrılarından başka. Yardım bile istenememişti. Haberleşme hatları kesikti. Bir ay önce ABD’nin napalm bombaları ile yakarak 100.000 insanı diri diri yaktığı Tokyo durumu tam olarak öğrenemedi. Japon şehirlerine atılan bildirilerde şöyle deniyordu;

“ Bu silahı anayurdunuza karşı henüz kullanmaya başladık. Eğer hâlâ herhangi bir şüpheniz varsa, sadece bir atom bombası düştüğünde Hiroşima’ya ne olduğunu bir öğrenin. Sizden savaşı bitirmek için imparatora başvurmanızı istiyoruz. Başkanımız şerefli bir teslimiyetin 13 şartını sizin için belirledi. Sizi bu şartları kabul etmeye ve yeni, daha iyi ve barışsever bir Japonya kurma işine başlamaya çağırıyoruz. Hemen harekete geçin veya bu bombayı ve diğer üstün silahlarımızı savaşı derhal ve zorla bitirmek için kararlılıkla kullanacağız. Şehirlerinizi hemen boşaltın”

İşte bu vahşi saldırıyı planlayıp uygulayanların çocuklarının bugün dünyanın dört bir yanında yaptıklarına fazla şaşırmamamız gerekiyor. Özellikle komşularımız Irak ve Suriye’de yaşanan vahşeti anlamamız için insanların üzerinde atomu fiilen deneyen ABD gerçeğini asla unutmamamız ve unutturmamamız gerekiyor..

AKBELEN DİRENİŞİ VE TERMİK SANTRALIN ACI GERÇEĞİ

Felâket başa gelmeden evvel, onu önleyecek ve ona karşı savunulacak gerekleri düşünmek lazımdır. Geldikten sonra dövünmenin faydası yoktur. (Gazi Mustafa Kemal Atatürk – 1920)

Termik Santraller benim ve ailemin yaşamında çok önemli bir yer tutar. 1947 yılında ülkemizin önemli kömür havzalarından biri olan Kozlu’da doğdum. Kendimle ilgili ilk hatırladıklarım ise babamın Türbün makinisti olarak görev yaptığı Çatalağzı Termik Santralının Işıkveren mahallesindeki işçi lojmanlarındaki günlerim idi.

Santralın hafızama nakşeden unutamayacağım en bariz görüntüsü 24 saat tüten bacasından çıkan gri küller idi. Işıkveren’den yine benzeri bir Termik Santral havzası olan Manisa/Soma’ya 1957 yılında gidişimize kadar geçen 10 yılda biz Termik Santral çalışanları ve aileleri renk nedir bilmiyorduk. Çünkü çevremizdeki her şeyin üstü açık gri kül ile kaplıydı. Yani tüm yaşamımız gri renkli idi. Çevremizdeki canlı organizmalara ölüm saçan bu santral külü ne yazık ki en önemli etkisini insanlar üzerinde yapıyordu. O yıllarda Çatalağzı köy mezarlığının külün sebep olduğu hastalıklardan ölen genç işçilerle dolu olduğu söylentileri çok yaygındı..

Nitekim babam Tacettin Kumkale’de bu aşırı kül yoğunluğundan nasibini almıştı. Tayınen atandığımız Soma Termik Santralında çalışmaya başlayamadan henüz 45 yaşında akciğer kanseri teşhisi ile çok ciddi acılar çekerek aramızdan ayrılmıştı. Termik Santralı ile olan ilişkimiz babamın yerine geride bıraktığı üç çocuğuna bakabilmesi için santralda telsiz operatörü olarak işe alınan annemin 1981 yılında emekli olmasına kadar sürdü. Ben 13 yaşında askeri ortaokula giderek ve ablam da evlenerek Termik havzasından ayrıldığımızdan sağlığımızı koruyabilmiştik. Ama kardeşim Caner orada kalmıştı ve Lise Müdürü iken öldüğünde 49 yaşında idi.

Biz Termik Santralı etkilenenleri olarak çocukluğumuzun ağabeyleri, ablaları ve teyzelerinin genç yaşlarda ölümlerine üzüntü ile şahit olduk. Özellikle erkekler altmış yaşına ulaşamadan teker teker aramızdan ayrıldılar. Çünkü özellikle erkeklerin ciğerleri bir ömür boyu onları sağlıksız yaşatacak Termik Santral külü ile dolmuştu.

Peki bu ölüm saçan baca gazı önlenemez miydi.? Havaya salınan bu gazlar toprak altına verilemez miydi? Evet verilebilirdi. Ama bunun maliyeti çok yüksekti ve işverenlere bunu cebren yaptıracak devlet gücü yoktu. Ve bu gazlar bulundukları çevredeki canlı organizmaları zehirlemeye durmaksızın devam ettiler. Ve bugünde devam ediyorlar…

İşte şimdi AKBELEN’de bu zehirleme işlemlerine devam edilmek istenmektedir. Ve bölgede yaşayan insanlar işte buna direnmektedir.

Ben termik santral külünü soluyan biri olarak haklı mücadelelerinde AKBELEN köylülerini gönülden destekliyorum. Tüm milletimin bu bir avuç hak mücadelesi yapan insanların yanında yer almalarını arzu ediyorum.

Bu en doğal yaşam hakkını kaybetmemek için direnen insanlara birkaç iş adamına şirin görünebilmek için yapılan haksız zulmü lanetliyorum.

Konu ile ilgili olarak dün TBMM’de yapılan görüşmelerde Akbelen köylülerinden değilde beşli çeteye mensup iş adamlarının yanında yer alan AK Parti ve MHP milletvekillerini aklıselime davet ediyorum.