İBRET ALINACAK BİR DİĞER MADENCİLİK REZALETİ

Ekonomik siyasetimizin mühim gayelerinden biri de genel menfaatleri doğrudan doğruya ilgilendirecek ekonomik kuruluşları ve teşebbüsleri mali ve teknik kudretimizin müsaadesi nisbetinde devletleştirmedir. Bu cümleden olarak; topraklarımızın altında işlenilmeden duran maden hazinelerini az zamanda işleterek, milletimizin menfaatine açık bulundurabilmek de ancak bu usul sayesinde mümkündür. Gazi Mustafa Kemal Atatürk (1922)

ALMANYA-TÜBİNGEN’DE YAŞAYAN TÜRK İŞÇİLERİNİN 1982’DE BİLECİK SANAYİ SİTESİNDE KURDUĞU MOLİBDEN MADENİ İŞLEME FABRİKASININ HAZİN SONU :

Molibden; çok sert, kırılgan, gümüş beyazı metalik bir elementtir. Atom numarası 42, atom ağırlığı 95.94’tür. Yer kabuğunda dağınık halde bulunur. En çok bulunduğu mineral molibdenittir. Dünya molibden üretiminin %95’ten fazlası porfiri molibden ve porfiri bakır-molibden yataklarından sağlanır. Bugün için madenciliğin % 55’i yer altı %45’i ise açık işletme olarak gerçekleşmektedir. Özel çelikler, nikel, kobalt ve titanyum bazlı özel alaşımlarda kullanılır.

Türkiye’de bugün işletimde olan herhangi bir molibden yatağı yoktur. Buna karşın çok zengin çoğu porfiri bakır-molibden tipinde molibden cevherleşmesi bulunduğu bilinmektedir.

Uçakların burunları, mermilerin tapaları gibi çok özel yerlerde kullanılan molibden madeninin üretimi ve işlenmesi konusu 12 Eylül askeri yönetimi tarafından devlet projesi olarak ele alınmıştır. Üretim ve dağıtım planları hazırlanmış. Bu madeni işleyecek fabrika Bilecik Organize Sanayi Sitesinde kurulmuş, teknik ekipman tamamlanmış, ilk prototip ürünler elde edilmiştir. Dünyada bu konuda söz sahibi önemli bir ülke olma durumumuz ortada iken her şey bir anda durdurulmuş, fabrika kapatılmış ve teknik ekipler toplu üretime geçmeden dağıtılmıştır.

Bilecik Maden Alaşım fabrikasının kurulup üretime hazırlanmasının her safhasını yakından takip etme imkanı buldum. 1981 yılında Avrupa’da çalışan Türk Toplumu teşkilatlarının güçlendirilmesi çalışmaları için 2.5 aylığına Avrupa’ya gönderildim. Almanya Baden-Wütternberg Eyaletinde yaşayan Türklerin kanaat önderi ve iş adamı Hasan Tahsin Ersoy ile bedelli askerlik döneminde Burdur’da tanışmıştım. Kendisinin Alman Hükumeti ile işbirliği yaparak Tübinden bölgesinde Türk Toplumu için yaptığı çok başarılı ve tüm Avrupa’ya örnek teşkil edecek hizmetlerini görmek istedim. Üç gün Tubingen’de Hasan Tahsin beyin misafiri oldum. Beş katlı ve çok modern Türk Toplumu Kültür Merkezini ücretsiz yapıp vatandaşlarımızın hizmetine sunan Tubingen Belediye başkanına ve meclis üyelerine Türkiye adına teşekkür ettim.

Bu arada Tübingen Türk işçileri topluluğunun ülkemize örnek bir hizmet sunmak için devletimizin istediği yerde bir fabrika kurmak amacı ile önemli miktarda bir fon oluşturduklarını ve harekete geçmek için Türk hükumetinden çağrı beklediklerini öğrendim.

Konuyu dönüşte Başbakan Bülent Ulusu’ya arz ettim. Çok memnun oldular ve hemen bir grup kurarak neyi nerede nasıl yapabiliriz konusunu incelettiler. Sonunda savunma sanayiinde çok önemli yeri olan ve Türkiye’de asırlardır Kırıkkale/Keskin ilçesinde çıkarılan Molibden gibi sert maden alaşımlarını işleyecek bir fabrika kurulmasına karar verdiler.

Tarihteki ismi Maden olan Keskin ilçesi eski bir madenci şehri imiş. Buradan çıkarılan molibden ve türevi maden yüklü ham madde cevherleri kamyonlarla İzmit/Derince limanına götürülüyor ve burada İngiliz gemilerine yüklenip işlenmek üzere İngiltere’ye götürülüyormuş. Ham madde olarak tonu 600.000 Dolar olan maden işlendikten sonra 5-6 Milyon dolara yani on katına bize ve başkalarına satılıyormuş. Şimdi bu fabrika kurulursa ham maddeyi biz madenden tonunu 2 Milyon Dolara alıp işledikten sonra 2.5 Milyon dolara Türkiye’ye veya diğer ülkelere satacaktık. Ve bu şekilde dünya pazarında biz söz sahibi olacaktık. Fabrikadan yılda Türkiye’nin sağlayacağı kazanç ortalama 8 Milyar Dolar olarak hesap edilmişti.

Kırıkkale’deki maden alaşımları ile birlikte Uludağ’da bulunan Wolfram madeninden alınacak Wolfram da yine bu fabrikada işlenerek mamul hale getirilecekti. Uludağ maden işletmesi ve fabrikası o zamanlar dünyanın en büyük tesislerinden biri idi. Bu tesisin çok küçük bir benzeri Almanya’da bulunmakta idi.

Neticede Kırıkkale/Keskin ve Uludağ hattının tam ortasında kalan bakir Anadolu şehri Bilecik’te Maden Alaşımları işletmesinin kurulmasına karar verildi. İşçiler paralarının tamamını yatırdılar. O zaman Çalışma Bakanlığı Müsteşarı olan Turhan Ersoy Bey (Hasan Tahsin Ersoy’un amcası) istifa etti ve bu tesisin kurulmasından sorumlu Genel Müdür olarak atandı. Devlet Bilecik fabrikası için tüm imkanlarını seferber etti. Bende M.G.Konseyi adına bürokrasi işlemlerinin hızlandırılmasında görev aldım.

Almanya’dan maden alaşımları konusunda dünya çapında uzman olan bir Alman mühendis bulundu. Eski bir Nazi subayı olan bu Almandan bir yıl içinde tüm teknik bilgileri en az dört Türk mühendisine öğretmesi istendi. Kendisine vatandaşlık teklifi verildi. Her türlü özel ihtiyacının karşılanması ve yüklü maaş karşılığında çalışması garanti altına alındı..

İşin zorluğu bundan sonra başladı. Çünkü Bilecik’te henüz Organize Sanayi sitesi yoktu. Yeni bir bölge seçildi ve site oluşturuldu. Bu siteye yol, elektrik, su gibi alt yapı hizmetleri getirildi. Fabrika inşaatı devam ederken hızla monte edilen barakalarda teknik heyet çalışmaya başladı. Üç ay sonra Genel Müdür Turhan Ersoy Milli Güvenlik Konseyi üyelerine brifing verdi. Fabrikada üretilecek malzemelerin prototiplerini takdim etti. Konsey üyeleri çok memnun kaldılar. Hiç ara vermeden seri üretime geçilmesi için emir verdiler.

Bu safhadan sonra işler karıştı. Görünmeyen bir el devreye girdi. Teknik olarak her şey tamam olmasına rağmen fabrika arazisinin elektrik projesinin olmaması, arazinin yol durumunun eksikliği, tapusunun olmadığı gibi çok sudan sebeplerle bir türlü üretimde başarı sağlanamadı.

Başbakan ULUSU devrede olmasına rağmen ve ben onlar adına idari işleri çok yakından takip etmeme ve bir yıl geçmesine rağmen hiç bir ilerleme sağlanamadı. En sonunda birbiri peşi sıra dayatılan gereksiz bürokratik engellerden yılan Alman teknik heyeti bir gece sessiz sedasız ülkeyi terk etti. Tüm gayret ve iyi niyetlere rağmen Türkiye’nin sahip olduğu zengin maden alaşımlarını işleme işi de fiilen sona erdi.

Sonunda işin aslı anlaşılmıştı. Bizim topraklarımızda olsa da ve bu topraklarda askeri ihtilal yaparak ülkenin tek hakimi gibi görünsen de önceden kurgulanarak kurumsallaşmış uluslararası sistemlere çomak sokmak, onların çıkarına aykırı davranmak fiilen mümkün olmuyormuş.

Özetlemem gerekirse; fabrika kurma söylemi gündeme geldiğinde Sanayi-Maadin Şirketi isimli bir uluslararası şirket ortaya çıktı. İsveç’te merkezi bulunan bu şirketin gerçek sahibi İngiliz hükumeti idi. Ve bu şirket sadece Türkiye’de değil tüm dünyada silah sanayisi dalında yapılabilecek her adımı önceden tespit ediyor ve bunu engelleyecek argümanları oluşturuyordu. Bu defa da başardılar ve tamamen idari ve bürokratik engelleme işi yaptırmadılar.

Nitekim sadece Bilecik alaşım fabrikası değil, arkasından Uludağ’daki Wolfram fabrikası da kapandı. Hemde teknik değil, işçilerin sosyal hakları tam olarak verilmiyor gibi basit ve sudan sebeplerle kapatıldı. En sonunda yine Keskin’den ham maden cevheri İzmit/Derincedeki limanlara taşınmaya devam etti. Sanırım şimdide devam ediyordur. İşçiler ve özellikle Hasan Tahsin Ersoy Bey çok çabaladılar ama görünmez eller asla yenilik istemiyor, koyduğu kuralların bozulmasına tahammül edemiyordu.

İlerde lazım olur ve belkide kitabını yazarım diyerek geçen bir yıl içindeki teknik ve bürokratik safahatı çok yakından takip eden ve günlük raporlar halinde elinde bulunduran Genel Müdür Turan Ersoy Beyden hikayenin tüm safahatının senaryosunu istedim. Bana başından itibaren tüm olayları içeren kalın bir dosya verdi. Bu dosyada nelerin neden yapılamadığı çok açık bir şekilde anlatılıyordu.
Dikkatle ve titizlikle sakladığım ve acaba yeni bir çalışma yapılırda ilgili birimlere yardımcı olmak üzere verebilirim diye düşündüğüm bu dosyayı benden kimse istemedi. Ve kırk yıl sonra biriktirdiğim pek çok dosya ile birlikte bu belgeleri de imha ettim. Aslında bu dosyadan devletimizin alacağı dersler vardı.

Yukarıda özet olarak açıkladığım Molibden madeni ve benzeri maden alaşımları işleme tesislerinin kurulmasının engellenmesi gibi daha nice olayı kesinlikle hiç ders dahi almadan hemen unutuyoruz.

Bugün alaşım fabrikasının kuruluş çalışmalarının üzerinden tam 42 yıl geçti. Bu süre zarfında Wolfram ve Molibden üretimi ve işletilmesi konusunda hiçbir olumlu gelişme olmadığını üzülerek izledim. İngiltere’nin 1922’de Anadoluyu terk ederken kurduğu ve tamamen İngiliz milli gücüne katkı için dizayn ettiği ağır sömürü sistemi devam etti. Türkiye halâ madenlerini madenden ham madde olarak çıkarıyor. Kamyonlarla ve gemilerle batıya taşıyor. Fahiş fiyatla geri almaya devam ediyor..

Ne zamana kadar.?

Türkiye’nin ekonomik açıdan tam bağımsız olduğu ve Türkiye ekonomisinin tamamen Türkler tarafından yönetildiği zamana kadar…

TÜRKİYE’NİN ALTIN BİLMECESİ VE BİR HAZİN ALTIN HİKAYESİ

Ekonomik siyasetimizin mühim gayelerinden biri de genel menfaatleri doğrudan doğruya ilgilendirecek ekonomik kuruluşları ve teşebbüsleri mali ve teknik kudretimizin müsaadesi nisbetinde devletleştirmedir. Bu cümleden olarak; topraklarımızın altında işlenilmeden duran maden hazinelerini az zamanda işleterek, milletimizin menfaatine açık bulundurabilmek de ancak bu usul sayesinde mümkündür. Gazi Mustafa Kemal Atatürk (1922)

Türkiye’in 17 Şubat 2023 gündeminin tamamına yakını İLİÇ’te meydana gelen Altın Madeni faciasının neden ve nasıllarını sorgulamakla geçiyor. Yayın kuruluşlarımız siyanürle karışık toprak dağının altında kalan 9 işçimizin durumlarını anlatıyor.

Konu yaklaşan seçim çalışmalarını da ikinci plana itiyor.Uzmanlar heyelanla sarsılan İliç ANAGOLD Maden İşletmesinin benzeri olan 20 diğer işletmenin tüm yurtta faaliyetine devam ettiğini ve ayni facianın oralarda da yaşanabileceğini belirtiyorlar. Evet yaşananlar bir gerçektir. Bilinmeyen değil ve fakat beklenen bir sonuçtur. Kapitülasyonları kaldırarak Atatürk önderliğinde milli sanayi temellerini atan, Osmanlı’nın borçlarını ödeyen ve tüm ticari faaliyetlerini millileştiren Türkiye Cumhuriyetinin toprakları günümüzde kapitülasyon dönemine benzer bir işgal altındadır. Sadece 22 yıllık Ak Parti döneminde 400.000 civarında maden arama ruhsatı verilerek vatan topraklarının altının devlet kontrolü dışına çıkarıldığı iddia edilmektedir.

Kanaatime göre bu durum milli güvenliğimiz açısından dikkatle irdelenmesi bir konudur.Türkiye’nin Altın madeni açısından zenginliği eskiden beri bilinmekte, fakat bu zenginliğin milli ekonomimize kazandırılması bakımından hiçbir olumlu adım atılmamaktadır. Aşağıda anlatacağım gerçeklerin 40 yılı aşkın bir tarihi vardır. Bu konu defalarca bilim adamlarımız tarafından televizyon ve gazetelerde konu edilmesine rağmen hiçbir olumlu sonuç alınamamıştır. Ben bu defada tedbir alınmayacağına inanıyorum. Ama gündem Altın madenleri olduğundan bir kere daha hatırlatmakta fayda görüyorum. Belki birileri sahip çıkar diye düşünüyorum.

Şimdi gerçek hikayemize dönelim;AFYON’UN İSÇEHİSAR İLÇESİ AÇIK HAVA ALTIN MADENİ:TÜRKİYE’DEKİ ALTIN MADENLERİNİN HAZİN HİKAYESİNİ ÇOK KİMSE BİLMEZ. AMA ŞAHİT OLDUĞUM GERÇEKLER DOLAYISIYLA BEN BİLİYORUM Kİ TÜRKİYE’NİN MERMER DEPOSU OLARAK ANILAN AFYON İLİ İSÇEHİSAR İLÇESİ VE ÇEVRESİ DÜNYANIN EN ZENGİN ALTIN MADENLERİNDEN BİRİNE SAHİPTİR. ÜSTELİK BU ALTINLAR YER ALTINDA DEĞİLDİR. YER ÜSTÜNDEDİR VE NE YAZIK Kİ DEVLETİMİZİN İLGİLİ KURULUŞLARI TARAFINDA ÇIKARILIP EKONOMİMİZİN GÜÇLENMESİ İÇİN KULLANILMAMAKTADIR.

12 Eylül 1980’de yapılan askeri darbe sonrasında Askeri yönetimin direktifleriyle yılda dört kez Burdur 58’inci Topçu Er Eğitim Tugayında iki aylık dövizli askerlik hizmetine gelen yükümlüler arasında çok yönlü çalışmalar yapıyorduk. K.K İstihbarat Başkanlığı koordinatörlüğünde iki kurmay binbaşı her ayın 15 günü Burdur’da bedelli askerler arasında çalışıyorduk. Bu rutin çalışmalar için Burdur’a giderken genellikle Afyon’da Yurtiçi Batı Bölge Komutanı olan Tümg. Mahmut Boğuşlu Paşaya uğrar, özel sohbetini dinler ve yola devam ederdik.  Mahmut Paşa Kıbrıs Barış Harekatını yapan müşekkel kolordunun Kurmay Başkanlığını yapan, filozof denilebilecek kadar bilgili, okuyup araştıran, yüksek öngörü sahibi bir askerdi.

Afyona rutin ziyaretlerimizden birinde ilginç bir olayla karşılaştık. Mahmut Paşanın makam masası üzerine serili bir çadır bezi üzerinde küçük taş ve çakıl parçaları, bir gaz ocağı ve bir kaç tava görüp şaşırmıştık. O zaman Afyon Sıkıyönetim Komutanı da olan Mahmut Paşa çok ciddi bir konu üzerinde çalıştığını ve bu konuyu komuta kademesine mutlaka iletmemizi istedi. Hikaye aynen şöyle idi.Bir takım köylüler A.A adındaki şahsın çok fakir olmasına rağmen birdenbire ciddi şekilde zenginleştiğini, bol para harcamaya başladığını görüp kendisini yakından takip ederler. İsçehisar dağlarından odun ve otlar toplayıp bunları pazarda satarak geçinen bu adamın dağdan aldığı küçük taşları evindeki gaz ocağında eriterek altın elde ettiğini ve bunları İsçehisar pazarında ucuz fiyatla sattığını tespit ederler.  Ve bu durumu jandarmaya ihbar ederler.

Konu Sıkıyönetim karargahına ve Mahmut Paşaya ulaşır. Adam bulunur ve sorguya alınır. Söylenenler gerçek ve de doğrudur. Adam araziden topladığı taşları bu defa da Mahmut Paşanın masasında altın haline getirir. Sorgunun her anı ve her saniyesi filme alınır. Gerçek şudur ki; İsçehisar dağları ve tepeleri açık altın madeni durumundadır. Sadece yeniden ilgililerin yakın ilgi ve alakasını beklemektedir. Biz bu güzel sonucu Milli Güvenlik Konseyi üyelerine ve komuta katına şifahen iletirken hazırlanan rapor örnek taşlarla beraber tetkik için Maden Tetkik ve Arama Enstitüsüne gönderilir. Fakat MTA’dan gelen sonuç yüz kızartıcıdır. Gelen taşlar birer adi taştır, sıkıştırılmış kil parçasıdır ve içinde maden yoktur. Oysa Mahmut Paşa ayni numuneleri bir İtalyan ve bir Avusturya Maden üniversitesine tetkik için iki ayrı sefer göndermiştir. Tüm sonuçlar “sıkışmış kil parçaları” diyen MTA’nın raporunun aksine bu taşların neredeyse tamamının altın ve gümüş olduğu şeklindedir.

Kalitesinin de normal değerlerin üstünde olduğuna dikkat çekilmektedir. Askeri yönetime ve sıkıyönetim idaresine rağmen dışarıdan çok güçlü görülen tüm askeri liderlerin gücü bu konuyu ülke lehinde çözmeye yetmez. Mahmut Boğuşlu Paşa yırtınır, çırpınır ve fakat konuyu sahiplenecek muhatap bulamaz. Sonunda İsçehisar dağlarına Tapu ve Kadastro girer, geniş bir bölge devlet hazinesine maden sahası olarak kaydedilir ve altınlar orada kendisini çıkaracak yönetimi beklemeye devam eder. 

Yıllar sonra Flash Tv’de hazırladığım KARAKUTU Proğramında konuyu yeniden dile getirdim. Uzmanlara ve bilim adamalarına detaylı tartıştırdım. Raporları ortaya koyup bir yerlerden ses gelir mi diye bekledik. Sonuç yine olumsuz oldu. Konunun üzerinden kırk yıldan fazla zaman geçti. Toprak üzerinde sadece bir gaz ocağında ayrıştırılarak elde edilebilecek toprak üstü altınlarımız hâlâ oradan istifade edilmeyi bekliyor.

Toprak altı zenginliklerimiz ise planlı bir şekilde maden arama uğruna zehirlenerek doğamız heba ediliyor. Peki bu ne kadar sürecek? Türkiye her alanda Türkler tarafından idare edilene, tam bağımsızlığımızı yeniden ele geçirene ve topraklarımıza üşüşen sömürgecileri tamamen def edene kadar devam edecektir.

İSTANBUL SARIYER MADEN MAHALLESİ MADENLERİ:

Emekli olduktan sonra İstanbul Sarıyer MADEN Mahallesi muhtarına sormuştum. ”Senin mahallenin adı neden Maden. Burada ne madeni var biliyor musun?” Doğma büyüme Maden mahalleli olan 45 yaşındaki muhtarın bu konuda hiçbir bilgiye sahip olmadığını görerek üzülmüştüm. Oysa Sarıyer’deki bu madende de asırlardır altın ve gümüş çıkarılıyordu. Tüm Avrupa basınında bu konuda pek çok bilgi yer alıyordu. Çünkü uzun yıllar Osmanlı ve Avrupa saraylarında kullanılan altın ve gümüşler de buradan gidiyordu. Mütarekede İngiliz işgali sırasında tam kapasite ile çalışan maden İngilizler tarafından ülkemizi terk etmeden önce kapısı örülmüş ve mühürlenip kapatılmıştır. Bulunmasın diye üzerine evler yapılmıştır.Cumhuriyet Türkiyesine Sarıyerdeki altın madeninin sadece ismi kalmıştır. Ve ne yazık ki hiç bir Cumhuriyet Yönetiminin aklına bu madenleri açıp kullanmak gelmemektedir.

İşte size madenlerimiz ile ilgili iki gerçek. İleriki günlerde Bursa Uludağ’daki Volfram Madeni ve Kırıkkale/Keskin Molibden Madeninin çok hazin gerçek hikayelerini anlatacağım.

ATATÜRK’Ü İSTEMEYEN TEĞMENLERİN HAZİN DRAMI

Bugün Türk milleti, muvaffak olduğu her hayatî şeyin kahramanı olarak kendi ordusunu, ordusuna kumanda eden öz evlâtlarından kurulu subaylar topluluğunu, yüksek kumanda kurulunu görmektedir. (Gazi Mustafa Kemal Atatürk – 1931)

    1960 yılında henüz 13 yaşında iken giydiğim Türk Ordusunun Askeri  Ortaokul üniforması ile başlayan askerlik hizmetimin muvazzaflık dönemini 1996’da şerefimle tamamladım. Ve 49 yaşımda Topçu Kurmay Kıdemli Albay rütbesi ile emekli subaylık dönemine geçtim. Bugün 76 yaşındayım ve bu toplum beni emekli edemiyor. Sosyal çevremde bana 27 yıldır ismimle değil son rütbemi kullanıp “Albayım”diye hitab ediyorlar.

    Emeklilik yaşamımda yeni görevler üstlenmeme rağmen albaylığım yani askerliğim baki kalıyor. Çünkü biz Türkler Ordu-Milletiz.. Bu kavram Türklerin tarih sahnesine çıktığı binlerce yıldan beri asla değişmemiştir. Ve tüm dünya milletleri bizi Ordu-Millet yani asker-millet olarak tanır. Askerlik ve askeri disiplin şuuru kadın erkek her Türkün kanında vardır. Milletimizi askerinden, askerini milletinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Tarih boyunda büyüklü küçüklü 129 egemen devlet kurmuş, imratorluklar oluşturmuşuz. Ve bu millet her yıkılış sonunda geçmişinden kaynaklanan askerlik ruhu ile eskisinden daha güçlü olarak yeniden doğmasını bilmiş ve  insanlık tarihini inşa etmeye devam etmiştir.

   Ordumuzu ilgilendiren her ciddi olay milletimizin tüm fertlerinin   ilgisini çeker. Nitekim son günlerde ülkemiz gündeminin manşet konusu olmaya devam eden Tuzla Piyade Okulunda Atatürkü tanımayan Teğmenlerin bulunduğu haberi her evde tartışma konusu olmuştur.

         Tuzla Piyade Okulunda 10 Kasım 2023’te yapılan Atatürk’ü Anma Törenlerinde yakasına Atatürk rozetini bilerek ve isteyerek takmayan ve muhtemelen tarikat mensubu olduğu belirtilen teğmenler ile bu teğmenlere yaptıklarının yanlış olduğunu anlatan Atatürkçü teğmenler arasında çıkan çatışma mahkemeye intikal ediyor. Basit bir fikir çatışması gibi gösterilmeye çalışılan olay ordu içinde çok tehlikeli bir yapılanmanın ortaya çıkan küçük bir bölümüdür. Yani bir buzdağının görünen kısmıdır.

   2015’te beni ben yapan aziz ordumuza olan vefa borcumu ödemek üzere ORDU-MİLLET TÜRKLER(I), ORDUYA KÜRESEL SALDIRI(II), ORDUMUZ KUMPAS ALTINDA(III) başlıkları altında toplam toplam 1500 sayfa tutan üç kitap yazdım. Bu kitaplarda benim yetiştiğim ve mensubu olmakla gurur duyduğum Türk Ordusunu anlattım. Burada benim zamanımın askeri değerleri ve yerleşik kurallarına göre yaşadıklarım, deneyimlerim ve bazı önemli gözlemlerimi dile getirdim.

    Ordudan ayrıları uzun zaman oldu. Türkiyede siyasi sistem değişti. Sosyo-kültürel  pek çok değerler değişti. Ve orduyu ele geçirdiğine kanaat getiren bir grup FETÖCÜ dini tarikat mensupları 15 Temmuz 2016’da silahlı ayaklanma yaptı. Milletimizin de katılımı ve ordunun isyana katılmayan büyük bölümünün gayretleri ile isyan bastırıldı.

          Ayaklanmanın ertesi günü tüm yurtta FETÖCÜ teröristlerin yakalanarak yargı önüne çıkarılması operasyonları başlatılmıştır. Bu operasyonlar 8 sene sonra günümüzde de aynen sürdürülmektedir. 15 Temmuz sonrasında görünürde FETÖ ile mücadele ediyoruz diyerek özellikle hedef alınan Türk Ordusu üzerinde  yapılan operasyonlar ile askeri gücümüz yıpratıldı. Adeta savaş yapmadan askeri gücümüz kırılmaya çalışıldı.. Meydana gelen köklü değişiklikler ile ordumuz adeta kültürel bir erozyona tabi tutuldu. KKK’nın Genel İhtiyatı konumundaki Jandarma Teşkilatımız, Genelkurmay ve Milli Savunma Bakanlığından alındı ve İçişleri Bakanlığına bağlandı. Tüm askeri okullar kapatıldı. Milli Savunma Üniversitesi çatısı altına alınan askeri  okullarımız sivillerin yönetimine verildi. Askeri Hastanelerin tümü kapatıldı. Sahillerimizi koruyan Sahil Güvenlik Komutanlığı donanmanın  emrinden alınarak İçişlerine bağlandı. Kuvvetler Genelkurmayın emrinden alınarak Milli Savunma Bakanlığına bağlandı.. Disiplin Mahkemeleri ve askeri mahkemeler kapatıldı. Büyük şehirlerimizdeki askeri birlikler şehir dışına ve taşraya taşındı. Harbokulu Komutanlığına askerliğini bedelli olarak yapan bir sivil atandı. Mecburi askerlik altı aya indirildi. Uzman onbaşı, uzman çavuş, sözleşmeli askerlik getirilerek Mehmetçik kavramının içi boşaltıldı. Sonunda zorunlu askerlik süresi altı aya indirildi. Ve paralı askerlik sistemi özendirildi. Bu  şekli ile oluşan ordu benim kitaplarımda anlattığım ve benim için de bulunduğum ordu değildi. Yeni bir düzen gelmişti. Eskiden orgenerallerden oluşan askeri şurada şimdi siviller çoğunlukta idi. Kimin ne zaman terfi edeceği ve bekleme süreleri belirsizleşmişti.

           Silahlı Kuvvetlerde yapılan tüm bu ve benzeri radikal değişiklikleri bizim nesilllerin anlaması ve kabul edebilmesi mümkün değildi. Çünkü bizim yetişme tarzımız çok farklı idi.

            Peki ordumuzun muharebe gücü zayıfladımı?  Hayır zayıflamadı. Aslında ordunun gücünün denendiği tek yer muharebe meydanlarıdır. Gerçek ancak o zaman belli olur. Ayrıca ordularımızın gücü sahip olduğu araç, gereç ve silah sayıları ile ölçülemez. Ordunun gücü kazandığı askerlik yani muhariplik ruhundan gelir. Siz dışarıdan ne yaparsanız yapın Ordu denilen binlerce yıllık koca çınarın birkaç ince dalını kırabilir ve birkaç kuru yaprak dökebilirsiniz. Ana gövdeye bir şey yapamazsınız. Çünkü MEHMETÇİK olmak gerçeği Türk askerinin doğuştan kanında vardır.

            Şimdi tarikatların eline düşmüş bir kaç zavalllıya taşıdığı rütbelere bakarak subay yakıştırması yapmak yanlıştır. Onlar bir avuç parazittir. Ana gövde silkinip dikildikçe onlar sapır sapır dökülecektir. Ordunun yerleşmiş temel değerlerini değiştirerek Türk Ordusunu zayıflatacaklarını sananlar büyük yanılgı içindedir. Türk Ordusu;  yeni oluşturulmuş ve para ile devşirilmiş bir ordu değildir. Türk milleti ile beraber doğmuş, Türk milletinin manevi şahsiyetinden güç almış ve binlerce yıllık savaş tecrübesine sahip ulu bir çınardır. Bu gücü görmek için başka bir delil aramaya gerek yoktur. Boğazı yırtılırcasına Harbiye Marşını söyleyen subay adaylarının gözlerinin  içine iyi bakın orada ışıl ışıl parlayan Türk ırkının gücünü göreceksiniz..

         Ve yine diyorum ki; birkaç tarikat artığı meczubun varlığı kimseyi ürkütmesin.. Bu gibilerin bugünkü cüretlerini 22 yıllık Ak Parti iktidarının verdiği tavizlerden aldığı bilinmektedir. Bu destek kalktığı anda başka bir çabaya gerek yoktur. İlk siyasi durum değişikliğinde bunların herkesden fazla Atatürkçü olduklarını ispat etmek için çevremizde kırk takla attığını görürüz.

         Tüm değişiklikler ve ordu içine tarikat ve cemaatlerin mensuplarını alma çabalarına rağmen ben inanıyorum ki tüm ordu mensuplarını bir arada tutan Atatürkçülük kavramında hiç bir eksilme olmamıştır. Çünkü her muzazzaf asker mutlaka Atatürkçü olmak zorundadır. Ayrıca bu bir asırlık kavramı beyinlerden söküp atmak fiziken mümkün değildir.

         Şimdi Türk Ordusunun gücü ile ilgili birkaç söz söylemek isterim;

   Küresel güçlerin maddi çıkarlarının odaklandığı bir coğrafyada yaşamak zorunda bulunan Türkiye Cumhuriyeti’nin bek’asını  yakından ilgilendiren, Türk ordusuna yapılan saldırılar konusunda hükümetimiz başta olmak üzere anayasal kuruluşlarımızın önemli görevleri vardır.

   Cumhuriyetimizi kuran ordumuzun gücü dünyada iyi bilinmektedir. Saldırıların doğrudan hedefi Türk Ordusu değildir. Hedef daima Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. Türk ordusu kendini güçlü sanan küresel dış mihrakların tüm saldırılarına karşı dimdik ayakta kalabilecek milli ve tarihi değerlere sahiptir. Küresel güçler ve yandaşları, bu sağlam yapıdan tuğla sökebilirler, onu eğebilirler ama asla yıkamazlar.

   Türk toplumu tarihin bilinen ilk devirlerinden itibaren orduya ve askerliğe büyük önem vermiş, ve günlük yaşamlarının her safhasında askeri vasıflara sahip millet olmanın başarılı örneğini sergilemişlerdir.

    Türklere göre askerlik; devletin ve milletin bekasını sağlayan, kendine has özelliği ve kuralları olan  meşakkatli ve şahsi fedakârlık isteyen,  ayrıca geniş bilgi ve beceri gerektiren  meslektir.

    Türkler, askeri gücü sayesinde tarih boyunca pek çok devlet kurarak bağımsızlıklarını korumuşlardır. Türk devletleri bulundukları yörelerde hak ve adaletin vazgeçilmez savunucuları olmuşlardır.

    Türk Ordusu; dünyadaki bilinen en eski askeri gücü temsil etmektedir. Türk milletinin binlerce yıl geriden günümüze kadar taşıdığı Ordu-Millet olma vasfı onun milli askeri kültürünün zenginliğinin ve gücünün veciz ifadesidir.

    Subaylar, komuta ettikleri birliklerin barış ve savaşta hem eğiticisi, hem öğreticisi, hem gözeticisi ve hem de yöneticisidir. Her seviyedeki komutanlar; askeri bilgisi ile, kuvvetli iradesi ile, adaleti ile, tutum ve davranışları ile, cesareti ile kıt’asına sahip olabilen ve onları peşinden ölüme sürükleyebilen kimselerdir. Ve netice olarak muharebeyi tank, top, tüfek, uçak, gemi, ve araçlar değil, muharip er ve erbaşlar değil, onları yöneten kadrolar yani Türk subayları kazanır.

   Askerlik; tam anlamıyla bir inanç mesleğidir. Türk askeri için rütbesi ne olursa olsun gelenek ve göreneklerinden, milli hislerinden, Türk töresinden gelen inanç ve kültür değerleri binlerce yıldır özde değişikliğe uğramamış ve köklü bir miras olarak günümüz nesillerine intikal etmiştir. Tarih boyunca devlet ve milletin varlığını, dirlik ve düzenini, birlik ve beraberliğini, güçlü ve disiplinli bir ordunun ayakta durması ile kaim gören kutsal bir inanış her zaman toplumda geçerli olmuştur. İşte bu yüzden Türk milletini kendi evlatlarının oluşturduğu ordusundan, ordusunu milletinden ayrı düşünmek imkansızdır.

    Türk askeri; şan, şöhret, makam veya kişisel hesaplar için çalışmaz. Askerimizin fikri yapısı; nasıl daha iyi hizmet yapabileceği, savaşa en iyi nasıl hazırlanacağı, asker ocağındaki manevi değerler, sevgi, saygı ve disiplinini nasıl koruyup birlik ruhunu ve vazife bilincini nasıl geliştirip en üst düzeylere erişileceği üzerinde toplanır.

    Türklerde milli karakter haline gelen ve çok kıymetli bir miras olarak babadan oğula intikal edip günümüze kadar ulaşan büyüğe saygı ve itaat duygusu, bir ruh ve davranış biçimi olarak “Üste Saygı” şeklinde ordu içinde gelişmiştir. Üste ve amirlere mutlak itaat ve sonsuz güven, dün olduğu gibi bugün de ordumuzun temel taşı durumunu korumaktadır. Her Türk erkeğinin mutlaka yapmak zorunda olduğu askerlik hizmeti esnasında alınan bu anlayış, terhisi müteakip toplumun tüm kesimlerine yayılmakta, uygulanan ve aranan  temel davranış biçimi olarak Türk toplumunda yaşatılmaktadır.

    Türk askeri denince akla hemen disiplinli bir ordu gelir. Tabiidir ki disiplin ancak iyi bir eğitimle sağlanır. Türk askeri bu disiplini asla korku ile değil, vicdanı sesine uyarak geliştirir. Bu disiplin, ondaki inanç ve ruh halinin, vatan sevgisinin ve kendisine emanet edilen vatan topraklarının korunması idealine daha iyi hizmet yapabilme aşkının bir belirtisidir.

    Türkiye Cumhuriyeti’nin ilgi sahasına giren Balkanlar, Kafkasya, özellikle Orta doğu  bölgesinde ceryan eden olayların meydana getirdiği büyük risk ortamında her an muharebeye hazır güçlü orduya sahip olmamız coğrafyamızın kaçınılmaz gereğidir.

    85 milyon Anadolu Türkü’nün tamamını tek bir yumruk gibi, tek bir silah haline getirmemiz ve bu silahı milli çıkarlarımızı sağlayacak milli hedefler yönünde kullanmamız kaçınılmazdır. Bunu geçmişte yaptık, bugün de yapabilecek güce sahibiz. Ülkemize dışarıdan yapılan saldırılara karşı milletimizin bütün kaynakları ile tek bir vücut halinde bir araya geldiğine dünya pek çok kez şahit olmuştur. Yeter ki inanalım ve isteyelim.

DEVRİM ŞEHİDİMİZ KUBİLAY’I UNUTMAYALIM VE UNUTTURMAYALIM

Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak, evvela bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen, bütün iş ve hareketlerimizle gösterelim; bilelim ki milli benliğini bulmayan milletler başka milletlerin avıdır. Gazi Mustafa Kemâl Atatürk (1923)

Ülkemizin gündemi o kadar hızlı değişiyor ki özellikle oluşturulan bazı sıcak gündem maddelerini tartışırken ülkemizin milli birlik değerlerini oluşturan bazı temel kavramlarımızı unutuyor veya göz ardı ediyoruz.

Geçen hafta tüm basın-yayın organlarımız Ankaragücü Futbol Kulübü Başkanı Faruk Koca’nın Ankaragücü- Rizespor karşılaşması sonrasında maçı yöneten hakem Halil Umut Meler’in suratına yumruk atması olayını gündeme taşıdı. Tüm medya organları bu yumruk atma olayı üzerine odaklandı. Kamuoyu baskısı sayesinde bu defa yönetim erken davrandı. Failler tutuklandı ve yargı olaya el koyarak kamuoyundan gelen ağır tepkilere bir müddet ara verildi. Yönetime yakın kişilerin yarattığı bu olayda yargı sonucu ne olacak dikkatle takip edeceğiz.

Evet bu olay çok önemlidir. Ama bundan çok daha hayati ve acil çözüm bekleyen sorunları vardır. Ekonomik zorluklar kabus gibi Türk halkının üzerine çökmüştür. Gazze’de bizi de yakinen ilgilendiren sıcak savaş vardır. Okullarımızda bugüne kadar görmeye alışık olmadığımız olaylara şahit olunmaktadır. Kara cübbeli ve sarıklı hocalar dershanelerde ders verdiği resim kareleri sosyal medyada sıkça görülmektedir. Yaşanan olumsuzlukları çoğaltmak mümkün.

Benim bugünkü konu başlığım bunlar, yani güncel sorunlarımız değil. Bugün tarihçi kimliğim ile Cumhuriyet tarihimize kara bir leke olarak giren ŞEHİT KUBİLAY olayını hatırlatacağım. Ders almamız gereken irticai bir ayaklanmanın acı sayfasını gündeme taşıyacağım.

Her yıl Menemen başta olmak üzere memleketin her yanında saygıyla andığımız devrim Şehidimiz KUBİLAY’ı olayın geçtiği 23 Aralık 2023 tarihinde tekrar hatırlayacağız. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bekası için daima hatırlanması gereken bir simge olan Şehit Asteğmen Kubilay’ı rahmetle anacağız.

Kubilay’lar asla unutulmamalı ve unutturulmamalıdır. İşte Kubilay’lar unutturulduğu için Türkiye bugün irticai bir akıl tutulması yaşamaktadır.

Bugün adı artık asıldığı Diyarbakır’da meydanlara verilen Şeyh Sait’in 1925 yılındaki isyanından sonra Kubilay olayı 23 Aralık 1930’da Menemen’de tanık olduğumuz ikinci önemli irtica olayıdır. Menemen olayının izleri son yıllarda unutturulma gayretlerine rağmen toplumsal bellekten hiç silinmemiş Asteğmen Kubilay “Devrim Şehidi” olarak Türk milletinin hafızasında simge olarak kazınmıştır.

Mustafa Fehmi Kubilay, 1906 doğumlu Giritli bir ailenin çocuğudur. Kubilay bir cumhuriyet öğretmenidir ve 1930 yılında İzmir’in Menemen İlçesinde askerlik hizmetini yedek subay asteğmen olarak yapmaktadır.

Menemen’de 23 Aralık 1930’da patlak veren cumhuriyet karşıtı olayların elebaşısı “mehdi” olduğunu iddia eden Giritli Derviş Mehmet Nakşibendi tarikatına bağlı idi. 6 müridi ile Manisa’dan Menemene gelen Derviş Mehmet, 23 Aralık sabahı Belediye Meydanında topladığı yüz kişiyle zikrederek şeriat ilan etmeye kalkıştı. Silahlı asiler müfrezesi ile müdahale eden Asteğmen Kubilay’ı hemen ardından da Hasan ve Şevki adındaki iki mahalle bekçisini vahşice öldürdüler. Kubilay’ın bağ bıçağı ile kesilen başının sopaya takılarak Menemen sokaklarında gezdirilmesi tüm yurtta derin bir üzüntü ile karşılanmıştır.

Olay, arkadan yetişen askeri birlikler tarafından şiddetle bastırıldı. Bu arada Derviş Mehmet de vuruldu. Kaçanlar yakalandı. Aslında burada saldırı asker Kubilay’a değil öğretmen Kubilay’a karşı yapılmıştır. Yobaz takımı ülkenin kalkınmasında hizmet alanlara ne yapacaklarını Kubilay’ın şahsında göstermek istemişlerdir.

Gazi’nin 28.12.1930’daki “Gazinin Orduya Taziyetnamesi” şu şekildedir;

“ Menemen’de vukua gelen irtica teşebbüsü esnasında yedek subay Kubilay Beyin vazife ifa ederken duçar olduğu akıbetten Cumhuriyet ordusunu taziyet ederim. Kubilay Beyin şehadetinde mürtecilerin gösterdiği vahşet karşısında Menemen’deki ahaliden bazılarının alkışla tasvipkâr bulunmaları, bütün cumhuriyetçi ve vatanperverler için utanılacak bir hadisedir. Vatanı müdafaa için yetiştirilen; dahilî her politika ve ihtilafın haricinde ve fevkinde muhterem bir vaziyette bulunan Türk zabitinin mürteciler karşısındaki yüksek vazifesi vatandaşlar tarafından yalnız hürmetle karşılandığına şüphe yoktur.

Menemen’de ahaliden bazılarının hataları bütün milleti elem ve kedere uğratmıştır. İstilanın acılığını tatmış bir muhitte genç ve kahraman yedek subayın uğradığı tecavüzü milletin bizzat cumhuriyete karşı bir suikast telakki ettiği, bu kalkışmaya cesaret edenlere ve destekleyenleri ona göre takip edeceği muhakkaktır. Hepimizin dikkatimiz bu meseledeki vazifelerimizin icabatını hassasiyetle ve hakkıyla yerine getirmeye yöneliktir. Büyük ordunun kahraman genç zabiti ve Cumhuriyetin idealist muallim heyetinin kıymetli uzvu Kubilay Bey, temiz kanı ile cumhuriyet hayatiyetini tazelemiş ve kuvvetlendirmiş olacaktır.- Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal-”

31.12.1930’da, Menemen ile Manisa ve Balıkesir Merkez ilçelerinde bir ay süreyle sıkıyönetim ilân edilmiş ve sanıkların yargılanması için de Divanı Harp kurulmuştur.

Sıkıyönetim Komutanlığına 2. Or. Müfettişi Org. Fahrettin Altay, Sıkıyönetim Harp Divanının Başkanlığına 1 inci Kor. K.V.Tümg. Mustafa Muğlalı Paşa getirildi. Sıkıyönetim, Manisa ve Balıkesir Merkez ilçelerinde 28 Şubat 1931’de, Menemen’de ise 8 Mart 1931’de sona erdi.

Olaya katılan 105 sanığının yargılanmasına 15 Ocak 1931’de başlandı. 25 Ocak 1931’de Divanı Harp Kararnamesinin açıklanmasıyla sona erdi.
105 sanıktan 37’si için ölüm cezası verildi. 6’sının ölüm cezası yaş haddi nedeniyle 24 yıl “idama bedel hapis cezası”na çevrildi. Diğer sanıklardan 20’sine bir yıl, 14’üne üç yıl, 6’sına 15 yıl, birine 12,5 yıl hapis cezası verildi, 27 sanık beraat etti. Divanı Harp Kararnamesinde sanıkların, “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasını zorla ortadan kaldırmaya teşebbüs ettikleri ve bunlara yardımda bulundukları ve Mehdi Mehmet’in mehdiliği için harekete geçtiğini bildikleri halde zamanında hükümete haber vermedikleri ve tekkelerin kapatılmasından sonra tarikat ayini yapmaya devam ettikleri ” belirtildi. Ölüm cezaları 3 Şubat 1931’de yerine getirildi.

Kubilay Vakası; başlamadan söndürülen bir ayaklanmadır. Birkaç yobaz dervişin düzenledikleri münferit bir olay olarak görülmemelidir. Yer seçimi ve zamanlaması profesyonelce hazırlanmıştır.

Kubilay Vakası; hükümetin ve TBMM’nin Gazi’nin direktifleriyle olaya anında el koyması ile büyümeden söndürülmüş bir yangın olarak değerlendirilmeli ve benzeri olayların bir daha yaşanmaması için yeni nesillere ders olarak öğretilmelidir. Yani, Kubilay, her yıl sadece 23 Aralıkta Menemen’deki Kubilay anıtının önünde yapılan göstermelik bir askeri tören çerçevesinde hatırlanmaktan çıkarılmalıdır. Bu olay, milli bilinç ve şuurlaşmanın kökleştirilmesinde önemli bir yapı taşı olarak değerlendirilerek daima canlı tutulmalıdır.

Türkiye’de irtica tehdidi olmadığını vurgulayarak Anayasanın İnkılâp Kanunlarının korunmasına ilişkin 174. üncü maddesine rağmen İrtica’yı cumhuriyet için tehdit olmaktan çıkarmaya çalışanların Kubilay olayını ibretle incelemelerinde yarar vardır.

Cumhuriyet şehidi aziz Kubilay’ı rahmetle anıyor ve hatırası önünde saygıyla eğiliyorum. Ruhu Şad Olsun … Mekanı cennet olsun…

ANA MUHALEFET PARTİSİ NEDEN KAYBEDİYOR?

Bir milletin siyasi alın yazısında mevki sahibi olabilmek için onun ihtiyacını görebilme ve onun kudretini takdir edebilmede ehliyet sahibi olmak birinci şarttır.- Gazi Mustafa Kemal Atatürk-1927

Türkiye’de öyle gelişmeler oluyor ki insan “bunuda mı görecektik” demek zorunda kalıyor. Konumuz Kıdemli Ana Muhalefet Partisi. Yani Cumhuriyet Halk Partisi. Cumhuriyeti kuran Parti. Yani Atatürk’ün Partisi.

CHP, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde 9 Eylül 1923’te “Halk Fırkası” adıyla kurulmuştur. 1924’te “Cumhuriyet Halk Fırkası”, 1935’te ise “Cumhuriyet Halk Partisi” adını almıştır. 1927’de “Cumhuriyetçilik”, “Halkçılık”, “Milliyetçilik” ve “Laiklik” dört ana ilke olarak kabul edilmiştir. 1935’te “Devletçilik” ve “Devrimcilik” ilkeleri de eklenerek Partinin ilkeleri altıya çıkarılmış ve tarihi altı ok oluşmuştur.

Demokrasileri diğer yönetim sistemlerinden ayıran temel unsur bu sistemde muhalefet partilerinin olmasıdır. Muhalefet partileri iktidar alternatifi olabilme gücünü devam ettirdiği sürece iktidarlar hatasız çalışmak zorunda kalırlar ve daha başarılı olurlar. Muhalefet denetiminden yoksun iktidarlar seçilebilme endişesi de olmadığından hizmetleri aksatırlar.

Muhalefetin iktidar alternatifi olamadığı ülkelerde kaos eksik olmaz. Bu demokrasilerin doğal yapısıdır. 22 yıldır kesintisiz Ak Parti tarafından tek başına yönetilen ülkemiz bugün bu özel durumu yaşamaktadır.

Ak Parti Kasım 2002 seçimlerinden itibaren girdiği bütün seçimleri kazanmış ve iktidar olmuştur. AKP, gerek merkezi yönetim ve gerekse yerel yönetim seçimlerinden gücünü arttırarak çıkmıştır. İktidardaki AKP daima güçlenip kurumsallaşırken ana muhalefet durumundaki 100 yaşındaki CHP ise güç kaybetmiş ve iktidar alternatifi olmaktan uzaklaşmıştır.

Bu durum eşyanın tabiatına aykırıdır. Çünkü güçlü muhalefet denetiminden yoksun iktidarlar zaman içinde gevşerler ve büyük hatalar yaparak yıpranırlar. Bu duruma ekonomideki olumsuzluklar eklenince sonunda geniş halk kitlelerinin hoşnutsuzluğuna sebep olurlar. Ve buda seçim sonuçlarına da ciddi şekilde etki eder. Yani iktidar sayısal güç kaybederken muhalefet güçlenir. Bugün bu doğal gelişme ters yönde işlemekte ve iktidardaki Ak Parti yerine ana muhalefet CHP güç kaybetmekte ve oyları artmamaktadır. Kanaatimce bu husus Ak Partinin çok başarılı olmasından değil, CHP yönetimininin başarısızlığından kaynaklanmaktadır.

Başarılı bir kurultay sürecinden sonra Kılıçdaroğlu yönetimini değiştiren ve yeni başkanını seçen 100 yıllık demokrasi tecrübesine sahip CHP henüz iktidarın alternatifi olma konusunda halkımıza gerekli güveni verememiştir. Çünkü CHP bugüne kadar iktidarla değil, kendi kendisiyle mücadele ettiği görüntüsü vermiştir. Ayrıca oy kaygısı ile kuruluş ilkelerinden de tavizler veren günümüz CHP’sinin Gazi’nin kurduğu CHP ile ismi ve altı Ok’lu amblemi dışında benzerliği kalmamıştır.

Günümüz CHP’sinin her şeyinde Deniz Baykal’in ismi ve imzası vardır. Bir kaset oyunu ile görevden ayrılan Baykal gibi tecrübeli bir siyasetçinin sonu böyle olmamalıydı. Nitekim Kılıçdaroğlu CHP’sinin ilk icraatı, Baykal ile birlikte yıllarca birlikte çalışan tecrübeli siyaset adamlarını teker teker yönetimden uzaklaştırmak olmuştur. Gidenlerin yerine geçmişte CHP kadrolarında hiç hizmet etmeyen ve hiçbir seçimde CHP’ne oy vermediğini kendileri açıklayan kişiler dahi parti yönetimine alınmıştır.

Türkiye’nin bölünme ve parçalanmasına yardımcı olduğu iddia edilen ABD’li Soros’un desteklediği Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı’nın (TESEV) 183. sıradaki kurucu üyesinin Kemal Kılıçdaroğlu olduğu medyada yer almıştır. Kılıçdaroğlu gazetecilerin TESEV’deki çalışmaları ile ilgili sorularını cevapsız bırakmıştır.

CHP yönetimi yıllarca seçim sonuçlarının doğru alınması için seçimlerin sandık kontrolunu sağlayacak sistem oluşturmuş ve iddialı olarak seçimlerde yapılabilecek en küçük yanlışı dahi ortaya çıkartacak tedbiri aldıklarını vurgulamıştır. Ve CHP seçmenlerine bu konuda tam güvence verilmiştir. CHP’liler buna güvenerek sandığa gitmişler ama her defasında bu çok iddialı güvenlik sisteminin çökmesi sonucunda oylarının sahipsiz kaldığını görerek kahrolmuşlardır.. CHP yönetiminin bu konuda mantıklı bir açıklama yapmaması üzerine yönetime güvenlerini sorgulamaya başlamışlardır.

CHP bu ülkenin kurucusu ve geleceğinin teminatı olan bir siyasi partidir. 100 yıllık siyasi tecrübe ve bilgi birikimine sahip böyle bir partinin mevcudiyeti ülkemiz için büyük şanstır. CHP’nin gücünü değerlendiren küresel odaklar ülke yönetiminde CHP gibi Atatürkçü bir partinin olmaması için yoğun çaba harcamaktadır. Cumhuriyetimizi ve CHP’yi kuran Atatürk’e karşı her alanda başlatılan haksız ve insafsız saldırılara anında karşılık vererek halkı doğru bilgilerle bilinçlendirmek CHP Genel Başkanı başta olmak üzere bütün CHP’lilerin asli görevidir. Buna rağmen konuda etkin bir tutum sergilenmediği de bir gerçektir.

Libya, Irak, Gazze ve Suriye konusunda iktidar kendi bildiği yolda hızlı adımlar atarken ana muhalefet CHP’in bu konudaki kararlarını açıklayan veya hükumetin uygulamalarına tepkilerini gösteren sesi yeterince duyulmamıştır.

2002 yılından başlayarak Türkiyenin gündemi tamamen Ak Parti lideri Sayın Recep Tayyip Erdoğan tarafından oluşturulmuştur. Hazırlanan suni gündemlere takılıp kalan CHP yönetimi Ak Partinin dümen suyunda debelenip durmuştur. Yazılı ve görsel basında magazin görevi yerine geçen Erdoğan- Kılıçdaroğlu polemikleri ile siyaset yapıyorum sanılırken hükumet kanun hükmünde kararnamelerle ülkenin temel konularını kendi istekleri doğrultusunda istediği gibi şekillendirmiştir. Kıbrıs, terörle mücadele, issizlik, yolsuzluk, Suriye, Libya, Irak gibi temel sorunların gündeme taşınmasında CHP ortada görünmemiştir.

Genelkurmay Başkanlarınca sıkça dile getirilen Türk askerine karşı sürdürülen Asimetrik Psikolojik Savaş saldırıları hakkında CHP’nin düşüncelerini halkımız duyamamıştır. Hatta bazı CHP’li yöneticilerinin orduya karşı çok aşırı istekleri gündeme getirerek yürütülen asimetrik psikolojik savaşa destek vermesi de kamuoyunun tepkisini çekmiştir.

Dış destekli Dersim isyanlarını ve bu isyanın devlet güçleriyle bastırılması konusunu “Dersim Katliamı” sözleriyle dillendiren CHP Tunceli milletvekilinin başlattığı tartışmaların giderek Atatürk’e ve cumhuriyet yönetimine saldırı haline dönüşmesi gibi yanlışlıklar halkımızca iyi karşılanmamıştır. Atatürk’ün kendi halkına askerler eliyle soykırım yaptığının dillendirilmesi T.C. Devletinin temeline dinamit koymakla eşdeğerdir. Bu girişimin hiç bir mantıki açıklaması olamaz .

Sonuç olarak;

Kendini rakipsiz gören Ak Parti iktidarının 22’nci yılında denetimsiz kalarak ülkemizi maceraya sürüklememesi için güçlü bir ana muhalefet partisine yani CHP’ye ihtiyacımız vardır. Bir başka deyişle ülkenin iyi yönetilebilmesi için ciddi bir muhalefete, yani Atatürk’ün Cumhuriyet Halk Partisine ihtiyacımız vardır.

Ama bu CHP; Kılıçdaroğlu’nun başında bulunduğu dönemdeki pasif ve stabil politikalardan tamamen kendini kurtarmış siyaseti aktif olarak tüm yurt sathına yaymış bir parti olmalıdır.

Siyasi alanda uzun yıllardır görmeyi arzuladığımız demokratik bir kurultay çalışmasını başarıyla gerçekleştirerek başkanını, kadrolarını, ve düşüncelerini yenileyen Sayın Özgür Özel’in CHP’si Türk halkının ihtiyacı olan aktif siyaseti yapabilecek istek ve güçte görülmektedir.

Atatürkçü Düşünce ile Atatürk İlke ve İnkılaplarından taviz vermeyecek ve Tam Bağımsızlık ilkesini ısrarla takip edecek bir muhalefetin ülkemizin geleceğini üstleneceğine ve Türkiye’yi her alanda şahlandıracağına inanıyorum.

SİGARA DUMANINA TESLİM OLMAK

Kendine, inkılâbın ve inkılâpçılığın çeşitli ve hayati vazifeler verdiği Türk vatandaşının sağlığı ve sağlamlığı, her zaman üzerinde dikkatle durulacak milli meselemizdir. (Gazi Mustafa Kemal Atatürk – 1937)

Bildiri-Yorum köşesinde ülkemizin bekasına ilişkin milli meseleleri görmeye alışık gözlerin yukarıdaki konu başlığını görünce yadırgayacaklarını biliyorum. Ve milli davalarımız ile sigara’nın ne ilgisi var dediklerini duyabiliyorum. Buna rağmen bugün bir özeleştiri yapacağım. Ve Atatürk’ün yukarıdaki sözüne ne kadar uyduğumuzu anlatmaya çalışacağım.

Ben tam 25 yıl fiilen sigara içtim. 15 Kasım 1989 tarihinde günde üç paket sigara içerken tamamen bıraktım. Sigara içerek dumanı ile hem kendimi, hem çevremi ve hemde kirlettiğim hava ile dünya insanlığına düşmanca davranış sergileyen bir insan olarak bugün sigara içenlere karşı büyük bir mücadele veriyorum. Sigaranın zararlarını anlayamayan ve bırakmamakta direnen beyinlere ise üzülmüyorum, onları zavallı görüyor ve acıyarak bakıyorum…

1960 yılında sadece 13 yaşında iken 150 kuruşa satılan mentollü ÇAMLICA sigarasının cazibesine kapılarak sigaraya başladım. Selimiye Askeri Ortaokulunun yatakhanesinde pencere kenarında olan ranzamın altında pencere içinde gizlice içilen mentollü Çamlıca’nın dumanı beni cezbetti ve ilk sigarayı orada içtim. Başım döndü ve gözlerim karardı. Ama sonunda da hoşuma gitti. Sigara içmek kurallara göre çok yasaktı ve cezası da büyüktü. Demek ki bende sigara içecek kadar büyümüştüm. Ayaklarımı yere daha sıkı basabilir ve daha bir erkek görünüşlü olarak sokaklarda dolaşabilirdim.

Ortaokul öğrenciliğinde başlayan sigara macerası Kuleli Askeri Lisesinde de çok yasak olmasına rağmen devam etti. Tek tek saklanan sigaraların hafta sonları izinde veya koruda bir ağaç altında boğaz manzarası seyredilerek tüttürülmesinin heyecanı anlatmaya gerek yok sanırım. Büyüme ve erkek olma duygularını bu çok yasak olan Sigara İçme görevini tadarak geçirdik.

17 yaşında Askeri Liseden İzmir Menteş’e Harbokulu kampına geldik. Hâlâ, kenarda köşede saklanmış sigara izmaritini yönetime yakalanmadan bulunduran ve bu yüzden hiç ceza almama başarısını gösteren nadir kişilerden biri idim. Ders notlarım iyi olduğundan Kara Harbokulunda öğrenci Takım Çavuşu olmuştum. Takım Komutanımız üsteğmen Kemal Aktaş bir gün beni çağırdı ve “ Yarın öğlene kadar sigara içenlerin listesini çıkar ve bana getir” dedi. Şaşırdım. Üzüldüm. Sigara içen arkadaşlarımın isimlerini benden alarak onlara ceza verecek diye düşündüm . Halbuki konu bu değildi. O tarihlerde bütün Harbokulu öğrencilerinin günde bir paket SUBAY sigarası istihkakı vardı ve bu istihkaklar sigara içenlere ay başlarında parasız olarak dağıtılırdı. Bunun için içenlerin listesi isteniyordu. Yine ayni şekilde Er ve erbaşlara da yine ASKER markalı sigaranın parasız olarak her ay başında dağıtıldığını o zaman öğrendim. Bu şekilde sigara içmenin suç olmadığı bir yaşa geldiğimizi ve büyüdüğümüzü anlamış olduk. Üzerinde SUBAY yazan sigaraları bilhassa izin günlerinde ve kalabalık mahallerde daha çok tüketerek rütbe takmadan önce kendimizi subay gibi görmeye başladık.

Bu şekilde giderek sigara tüketimimizi çoğalttık. Her ne kadar zorunlu yaptığımız sabah sporlarında ciğerlerim yerinden fırlayacakmış gibi yansa da, sabahları korkunç bir öksürük ve tenekeleşerek tad alma duygusunu kaybetmiş bir dille kalksak da içmeye devam ettim. Bu parasız sigara dağıtma sisteminin zararları sonunda anlaşıldı ve 80’li yıllarda ordudan tamamen kaldırıldı.

Ben sigaradan zevk alıyordum. Hatta normal sigaraları değil de içimi çok sert olan sarı kapaklı HARMAN sigarasını tercih ediyordum. Ve sigara dumanının tamamını içimde muhafaza edip dışarıya hiç duman çıkarmamayı bir marifet olarak görüyordum. Sabah gözümü açtığımda ilk yaptığım iş sigara yakmaktı ve geceleri dahi sigaranın son nefesini çekerek yatağa girmeyi yıllarca bir keyif olarak gördüm. Mazeretim ise hazırdı. Soranlara ve “sigarayı azalt” diyenlere hep ayni şeyi söylüyordum. “Ben çok asabi adamım. En ufak bir hadisede şu masayı kafana geçirmiyorsam, bunu sigara dumanına borçluyum. Sigara beni sakinleştiriyor ” diyerek sigaranın beni uyuşturarak teskin ettiğini anlatmaya çalışıyordum.

1970 yılında Ağrı/Patnos’taki birliğimde araç kazasında iç kanama yüzünden ile ölen 20 yaşındaki bir askerimin otopsisine katılmam istenmişti. Cerrah Binbaşının 20 yaşındaki askerin akciğerlerinde toplanan katran ve zifti iki avucuyla alıp masanın üzerine yayması ile çıkan pis koku üzerine sigara paketimi ve çakmağımı orada bıraktığımı hatırlıyorum. Bu şekilde ara ara bırakmalarım en çok iki ay sürdü. Hep içtim. Hem kendimi ve hem de çocuklarımı zehirledim. Bu aile içindeki duman altı etme faaliyetim sonunda bir işe yaradı. Üç oğlum benim ve annesinin sigarasının dumanından o kadar nefret ettiler ki ağızlarına tek bir sigara almadıkları gibi ciddi birer sigara düşmanı da oldular.

40 yaşına geldiğimde içtiğim sigara sayısı artarken zararlarını da ciddi boyutlarda hissetmeye başlamıştım. Sigara istihkakım günde üç paketi yani 60 sigarayı bulmuştu. Sporu seven biri olarak bu durum beni çok rahatsız ediyordu . Sonunda bırakmaya karar verdim. Ama, bırakmam kolay olmadı. 13 yaşında başlanılan bir alışkanlık ile gelişen karakter ve davranış biçimini değiştirmek kolay olmuyordu.

Pek çok bırakma metodu denedim. Hiçbiri fayda etmedi. Sonunda kendi sigarayı bırakma metodumu geliştirdim. Aslında metodum çok basitti. Günlük sigara sayısını azaltmadan bir gün içip-bir gün içmemeğe başladım. Bir yıl kadar bu sistem devam etti. 24 saatin, dakika ve saniye bazında ne kadar uzun olduğunu bu sürede anladım. Kısa bir süre sonra ayın tek haftalarında içip-çift haftalarında içmeme ve nihayet ayın ilk on beş günü içip-ikinci on beş günü içmeme şekline döndürdüm. Ayın sigarasız geçen on beş gününün hayatımın en kötü ve saniyelerini sayarak geçirdiğim günleri olduğunu anlatmama gerek yoktur sanırım…

15 Kasım 1989’da sigara içme günüm geldiğinde çok ağır bir soğuk algınlığı geçiriyordum. Sigara içmem asla mümkün değildi. O gün karar aldım ve acaba şunu bir ay içip-bir ay içmesem olur mu dedim. Ve hemen kararımı uygulamaya başladım. O gün bugündür bir türlü sigara içme ayının başlangıcına ulaşamadım. Yani hayatımdan sigarayı silip attım…

Hayatta kendim ve ailem için yaptığım en önemli işin SİGARAYI BIRAKMAK olduğunu idrak ettim.. Çünkü hayatım tamamen değişmişti. Kaybettiğimi sonradan anladığım sağlığıma yeniden kavuştum. Yediğim yemeğin, içtiğim suyun, teneffüs ettiğim havanın, yani hayatın tadını almaya başladım. Beni sigaranın asabi yaptığını ise ancak sigarayı bırakınca anladım. Şimdi ciğerlerimdeki nikotin ve katran da sıfırlandı. Ama ciğerlerimin yüzeyindeki sigara tahribatı kalıcı olmuştu.

Şimdi sigara içen dostlarıma sesleniyorum. Hiç kusura bakmayın ama en yakınlarım dahil olmak üzere ben sizleri ikinci sınıf bir kişi olarak görüyorum. Çünkü kendisine kötülük yapan ve bilerek kendini zehirleyen insanlara bu konuda tecrübe sahibi olan biri olarak benim iyi gözle bakmam mümkün değil…

Ben sigara içen kimi görürsem rahatsız olduğumu mutlaka söyleyerek onu rahatsız ediyorum. Mutlaka ikaz ediyorum. İçmemesini tavsiye ediyorum. Zaten otuz yıldır evimde sigara bulundurmuyorum. Gelen misafirlere de sigara ikram etmiyorum. Çok içmek isteyen olursa kendi sigarasını balkonda içmesine müsaade ediyorum… Belki bana kırılıyor ve üzülüyorlar. Ama ben sadece kendim için değil, onlar için iyi yaptığımı düşünüyorum.

Bugün sosyal medyada sigaranın zararlarını anlatan binlerce İnternet sitesi var. Pek çok dernek ve teşkilat sigara ile savaşıyor… Fakat sen, sigara içen kardeşim. Sen bir gayret göstermezsen ve de istemezsen bütün bu kuruluşların çabası boşuna…

29 yıllık sigara içme tecrübesi yaşayan bir kişi olarak, bu çağdaş uyuşturucuya müptela olan beyinlere sesleniyorum. Ömrünüzün geri kalan kısmında sağlıklı ve insanca yaşamak istiyorsanız SİGARAYI BIRAKIN.

Bu ülkenin sağlam vücutlarda yükselen sağlam beyinlere ihtiyacı var… Yani size ihtiyacı var. Gelin sizde bizim dünyamıza. Ve sizde sağlıklı yaşamın nimetlerini tadın…

ÖĞRETMENLİĞİM İLE GURUR DUYUYORUM….

Gençliği yetiştiriniz. Onlara ilim ve irfan’ın müsbet fikirlerini veriniz . Geleceğin aydınlığına onlarla kavuşacaksınız. Hür fikirler uygulamaya geçtiği vakit Türk Milleti yükselecektir. (Gazi Mustafa Kemâl Atatürk-1933)

24 Kasım 2023 Öğretmenler Gününü çoşku ile kutladık. 24 Kasım sadece öğretmenler için farklı anlamı olan, çok özel bir gün değildir. Bugün ulaştığı mevkiyi ve aldığı kültürü öğretmenlerine borçlu olan bizler içinde çok anlamlı bir gündür ve günümüzde de Ata’nın yukarıdaki emri geçerliliğini aynen muhafaza etmektedir.…

Öğretmenlerimiz; bağrından çıktıkları Türk toplumunun göz bebekleridir.

Öğretmenlerimiz; milletimizi Türk milleti yapan kültür değerlerimizi doğrudan yaşatan ve gelecek nesillerimize aktaran nadide varlıklardır.

Öğretmenlerimiz; Türk Toplumunun birlik ve beraberliğinin devamını ve milli şuurlaşmasını bozmak isteyenlere sahip oldukları bilgi ve kültür değerleri göğsünü siper eden isimsiz kahramanlardır.

Beni ben, bizi biz yapan tüm öğretmenlerimizin öğretmenler gününü kutluyorum. Mübarek ellerinden saygı ile öpüyorum..

Cumhuriyetimizin başöğretmeni Atatürk, kurduğu cumhuriyetin ilelebet muhafazası için gerekli olarak gördüğü kültürün önemini; “Cumhuriyetin temeli kültürdür” sözü ile beyinlere kazımıştır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün burada bahsettiği kültür kavramı; binlerce yıldan günümüze taşınan ve yabancı kültürlerden fazla etkilenmeden varlığını günümüze kadar devam ettiren zengin Türk kültürüdür.

Günümüzün dünyayı yönetmek iddiasıyla yola çıkan küresel mimarları, yaşayan milli kültür değerlerini kendi küresel menfaatleri açısından çok tehlikeli bulmaktadır. Çünkü onlar; milli kültürlerin milli devletler oluşturacağı düşüncesi ile “Global Kültür Değerleri” olarak dayattıkları; bilinçsiz, kişiliksiz, aidiyet duygusu olmayan, kökenine sahip çıkmayan, tek düşüncesi daha çok tüketim olan ve sosyal varlık olan insanı sadece karnını doyuran bir varlık haline dönüştüren yozlaşmış bir kültür yapısını insanlığa layık görmüşlerdir.

Küresel mimarlar, kendi güdümlerindeki modern kitle iletişim araçlarını kullanarak azami derecede sömürülmeye meyyal, karnı tok fakat beyni boş insan tipinin yaratılması için fazla zorlanmamışlardır. Çok iyi tahlil ettikleri günümüz insanının maddi ihtiyaçlarının manevi ihtiyaçlarından daha önde olduğunu tespit ederek oyunlarını; “Daha çok kazanıp, daha çok tüketerek, daha kaliteli yaşam elde edileceği” savı üzerine oturtmuşlardır.

Kültürel alışkanlıkların edinilmesi yüzlerce yıl birlikte ayni düzende yaşamayı gerektirmesine rağmen, yeni maddi alışkanlıkların edinilmesi çok daha kolaydır ve fazla zamana ihtiyaç gerektirmez. Ayrıca her türlü maddi ihtiyaçlar günümüzde çok küçük gayretlerle elde edilebilmektedir. Bu yüzden küresel mimarların saldırılarına karşı milli kültür değerlerimizi korumak eskisine oranla çok zorlaşmıştır.

Türk kültürü değerleri bugün ciddiölçüde küresel saldırı altındadır. Gelinen noktada binlerce yıldan günümüze taşıdığımız, bizi biz yapan ve bize Türk kimliğini sağlayan kültür değerlerimizi kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya bulunduğumuzu bilmeli ve buna karşı milletçe direnmeliyiz.

Direnmeliyiz ama nasıl? Asıl sorun bunun mantıki cevaplarının bulunarak gecikmeden hayata geçirilebilmesidir.

İşte bu direnmeyi gerçekleştirecek gücü sağlayacak toplum kesimi vefakar ve fedakar öğretmenlerimizdir. Çünkü kültürün muhafazası tamamen eğitim ve öğretim meselesidir. Eğer Türk milli değerleriyle yetişmiş, milli şuura erişmiş, konusuna hakim, bilgili ve bilinçli öğretim kadrolarına sahip değilseniz küresel saldırılar karşısında toplumu koruyabilmeniz asla mümkün değildir.

Peki biz bugün bu vasıfları bulunan öğretmenlerimize sahip miyiz?

Öğretmen yetiştiren okullarımızın yöneticileri yetiştirdikleri her öğretmene toplumun yüklediği ağır sorumlulukların farkındalar mı?

Kanaatimce ne öğretmen yetiştiren okullarımızın öğretmenleri ve nede bu okulları bitirip Anadolunun dört bir yanına dağılan öğretmenlerimiz sırtındaki yükün farkında bile değildir. Çünkü onlar milli kültür bilinci ve Türk milli benliğinden yoksun, ayrıca milli şuurlaşmadan bihaber olarak yetiştirildiler. Toplumumuza yapılan küresel yozlaştırma saldırısından onlarda kendilerine düşen payı aldılar.

Beni bu karamsar düşünceye sevk eden pek çok olumsuzluk mevcuttur. Bunların başında çok sık değişen milli eğitim bakanı ve bakanlık bürokratları ile her gelen ekibin eskiyi beğenmeyerek akıl ve bilimin değil, alelacele alınmış kararlarla eğitim sistemini içinden çıkılamayacak kaos ortamına döndürmeleridir.

Biz biliyoruz ki; iyi eğitim ve öğretimin toplumdaki olumlu etkileri ancak bir nesil sonra yani, iyi yetişenler yönetim kademesine geldikleri zaman belli olur. İyi eğitimle kazanılan değerler en az iki nesil daha toplumu sağlam ve ayakta tutar.

Bunun aksine kötü eğitim ve öğretimin olumsuz etkileri ise derhal toplumun bütün kesimlerinde tahribatını gösterir. Toplumun direnci kısa sürede çöker ve küresel mimarlara hemen teslim olunacak bir ortama ulaşılır.

Peki biz şu anda ne durumdayız? Bunun gerçek cevabını aklıselim sahibi insanlarımızın tekrar tekrar düşünmelerinde yarar vardır.

Şimdi kültür konusundaki düşüncelerimizi biraz irdeliyelim;..

Bütün insan toplulukları; aralarında bulunan duygu, düşünce ve davranış biçimi, ırk, din, dil ve menfaat gibi hususlarda benzerlik ve beraberlik bulunan insanların bir araya gelmeleri ile oluşurlar ve sosyal bir varlık gösterirler.. Bir toplum, gelenek ve göreneklerinden Anayasa düzeyine kadar uzanan hukuk kurallarına birlikte uyar ve onlara göre organize olursa millet olma aşamasına erişir. Ancak bu aşamadan sonra devletin varlığından söz edilebilir.

Milletlerin milli karakterleri, yani onların ayrı bir millet olduğunu belirleyen değişmez vasıfları en az bin yılda oluşur ve millileşir. Her millet ayrı birikimlere sahip olduğundan milletlerin oluşturduğu devletlerde milletleriyle ayni bilgi birikimine sahip olurlar. Diğer toplumlarla ve değişik kültürlerle bir arada yaşamak zorunda kalındığında bazı milli değerler kayıplara uğrayabilir. Burada maddi değerlerin yitirilmesi veya değişik şekiller alması pek önemli değildir. Önemli olan milletlerin sahip oldukları sosyal ilişkilerini düzenleyen manevi değerlerini yitirmemeleridir. Çünkü manevi değerler korunabildiği takdirde kaybedilen maddi değerlerin zaman içinde geri kazanılması mümkün olmaktadır.

Millet kavramı ise dil, kültür ve ülkü birliğiyle birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu bir siyasi ve sosyal olgudur. Gazi Türk milletini; ‘Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.’ şeklinde tanımlamıştır.

Atatürk’ün bu görüşü Anayasamız ile kesinleştirilmiştir. Ancak bugün millet kavramı üzerinde kamuoyunda yapılan bazı tartışmalar ile, millet kavramının teklik niteliği bozulmaya çalışılmaktadır. Oysa millet kavramı ayrıştıran değil, bütünleştiren bir olgudur. Millet bir bütündür parçalardan ibaret görülemez. Böyle görülürse bu parçaların her biri vatanın da parçalarına sahip çıkma temayülü gösterir. Bu ise devletin parçalanmasına giden yolu açar.

Sevgili Cumhuriyet öğretmenleri;

Türk milli varlığının muhafazası ve devletimizin ilelebet bek’asının sağlanmasında size çok önemli görevler düşmektedir. Mücadele etmeniz gereken konular çok ağırdır. Bu mücadele; bilgi, tecrübe, azim ve irade gerektirir. Sarsılmaz bir iman ve kendine güvene ihtiyacınız vardır.

Görevinizi yerine getirirken karşılaşacağınız sorunlar ile bunların Türkün aklı ve kabiliyetine göre çözüm metotlarını Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Bütük Nutuk” isimli eserinde bulabilirsiniz. Ben sizin damarlarınızda dolaşan asil kan ile her türlü zorluğu aşarak cumhuriyetimize ve insanlarımıza sahip çıkacağınıza inanıyorum.

İlim ve irfan yolunuz açık olsun..

Yaşım tüm çalışan öğretmenlerden büyük olmasına rağmen ben saygı ile sizin mübarek ellerinizden öpüyor ve öğretmenler gününüzü kutluyorum.

Çünkü bizi var edenler sizlersiniz. Çünkü her biriniz anne ve babalarımız kadar bizlerden büyük ve kutsalsınız.

Aranızdan biri olmakla yani hocalığım ile daima gurur duydum ve yaşadıkça da duymaya devam edeceğim..

ADALETSİZLİK KAMUOYU VİCDANINI YARALIYOR. HÜKUMETÇE DERHAL TEDBİR ALINMALIDIR.

İnsanlar, huzur ile vicdan hürriyeti ile çalışmak ihtiyacındadır. Bu ise toplumu idare eden devlette ve hükümette adaletin mutlak hâkim olmasıyla mümkündür. Bunu temin edecek şey adliyemizdir. Bir memlekette adalet olmazsa, o memlekette anarşi var demektir, orada hükümet yok demektir.- Gazi Mustafa Kemâl Atatürk (1923)

16 Kasım 2023 sabahına Gazeteci Hırant Dink’i öldüren cani Ogün Samast’ın tahliyesi haberi ile uyandık. Bu haber her ne kadar tahliyenin hukuka uygun şartlarda yapılmış olduğu gerçeğine rağmen kamuoyu vicdanını derinden yaralamıştır.

Özellikle seçimi kazanmış Hatay milletvekili Can Atalay’ın Anayasa Mahkemesinin Hak İhlali kararına rağmen yine hukuk kurallarına göre uygun denilerek hapiste tutulduğu, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi arasında bir yetki kargaşasının yoğun olarak tartışıldığı bir dönemde, insanlarımız bir katilin serbest bırakılması üzerine şaşkına dönmüştür. Bu nasıl adalet sözleri sosyal medyanın ana temasını oluşturmuştur.

Türk milleti adına TBMM’ne gönderdiği temsilcileri vasıtasıyla hazırlanan kanunlarla tesis edilen adalet sistemi kamuoyu vicdanında adaletsizlik duygusu yaratıyorsa artık orada devlet olmanın temel işlevi yok olmuş demektir. Çünkü devlet olmanın temelinde adaletin tesisi ve korunması vardır. Adaletin olmadığı ülkelerde ise devlet nizamından bahsedilemez.

T.C. Anayasasının değiştirilemeyen 2 nci Maddesi şöyle diyor; “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.”

Hukuk devleti demek; bu ülkede herkesin hukuk kuralları içinde hareket etmesi demektir. Fakat bu hukuk kuralları kamuoyu vicdanında kabul görmek zorundadır. Kamuoyu vicdanına aykırı kuralların varlığı ve çokluğu vatandaşlarımızın adalet duygusunu zedeler. Toplumda devlete ve yönetime karşı güven sarsılır. Bu ise kaos ve kargaşa ortamı demektir. Devlete karşı güvenini kaybeden yurttaşların kendi güvenliklerini ve hukuki kazanımlarını kendileri sağlamaya kalktıklarında ülke artık yönetilemez bir hale gelmiş demektir.

21 yıllık kesintisiz Ak Parti iktidarının sonunda uluslararası kuruluşlar nezdinde adaletsiz bir ülke olarak görüldüğümüz hazırlanan pek çok uluslararası raporda açıkça belirtilmektedir. Oysa 200 yıllık demokrasi geçmişinden gelen 100 yıllık Cumhuriyetimiz ve necip milletimiz bu görüntüyü asla hak etmemektedir.

16 yıl sonra hapisten tahliye edilen Ogün Samast ismi ülke gündemine oturmuştur. Hukuken doğru yapılsa bile Hırant Dink’i bilerek ve isteyerek planlı bir şekilde öldüren bir katilin tekrar aramızda olması kolay kabul edilebilecek bir şey değildir.

İşte şimdi Türkiye’nin acilen bu adaletsiz görüntüyü ortadan kaldırması gerekmektedir.. Görev öncelikle hükümete ve Türkiye Büyük Millet Meclisine düşmektedir. Türk vatandaşlarının vicdanında adalete güven duygusunun ivedilikle kazanılması siyaset kurumunun öncelikli görevi olmalıdır.

Ülkemizde iktidar ve muhalefetin bir araya gelerek koşulsuz ve şartsız adil düzenin kurmalarını tüm halkımız dört gözle beklemektedir.

Peki bu mümkün müdür?

Evet mümkündür.

İktidar ve muhalefet konunun ciddiyetini kavrarlarsa acilen bir araya gelebilir ve adalet sorununa çare bulabilirler.

Umutla bekliyoruz.

ÖLÜMÜNDEN 85 YIL SONRA ATATÜRK VE ATATÜRKÇÜLÜK

Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız bu kafidir. (Gazi Mustafa Kemâl Atatürk – 1929)

Bugün 10 Kasım 2023. Cumhuriyetin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatının ve Türkiye Cumhuriyetini dimdik ayakta tutan Atatürkçü Düşünce Sisteminin doğuşunun 85 inci yılını idrak ediyoruz.

Ne yazık ki milletçe bağrımızdan çıkardığımız büyük önderimizi anacağımız bu 10 Kasımda ülkemizin gündemini Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay arasındaki yargı darbesi işgal ediyor. İnsanlarımız şaşkınlıkla ve kaygıyla yüksek yargı arasındaki anlamsız kavgayı seyrediyor. Fakat geçen yüzyıl içinde asla şahit olmadığımız yargı içindeki olumsuz gelişmeler insanlarımızın Atatürk’e olan sevgisinin daha da güçlenmesine sebep oluyor. 85 yıl sonra Atatürk yine Türk milletini birleştiren yegane unsur olmaya devam ediyor.

Bilindiği gibi şehit kanlarıyla vatanlaşan Anadolu topraklarında huzur ve güvenlik içinde geleceğe emin adımlarla ilerlemek isteyen Türk milleti, devletinin yönetim şeklini bağımsız Cumhuriyet olarak belirlemiştir. Türkiye Cumhuriyetinin yönetimini kurallara bağlayan 1921, 1924, 1960 ve 1982 Anayasaların temelinde Atatürkçü Düşünce fikri yatmaktadır.

Bu düşünce sistemi tamamen milli üç temel kavram üzerine oturmuştur. Bunlar Tam Bağımsızlık, Hakimiyet-i Milliye ve Müdafa-i Hukuk’tur. Eğer bu üç temel unsurdan uzaklaşıldığı takdirde devletin varlığı tehlikede demektir.

Tam bağımsızlık; sadece siyasi alanda değil, ekonomik, kültürel, teknolojik, bilimsel, hukuki, sosyolojik ve askeri alanda bağımsızlığı belirtir.

Hakimiyet-i Milliye Ruhu ise; vatan toprakları üzerinde hakimiyetin kayıtsız ve şartsız olarak Türk milletinde olduğunu belirtir. Millet bu hakimiyeti hiç bir kişi ve zümreye devredemez ve milli hakimiyetine ortak kabul edemez.

Müdafa-i Hukuk; Türk devletinin çağdaş uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde kendi milli hukukunu kendi hür iradesi ile kendisinin koyarak uygulaması anlamına gelir.

İşte bugün Atatürk’ün aramızdan ayrılışının seksen beşinci yılında vazgeçilemez olarak gördüğüm Ata’nın bu üç temel kuralı da büyük ölçüde çiğnenmiştir. Böylece Anayasamızın temelinde yer alan Atatürkçü Düşünce Sisteminden uzaklaşılmıştır.

Bugün her alanda tam bağımsız bir ülke değiliz. Milli Hakimiyet kayıtsız şartsız Türk milletinden alınmaya çalışılmaktadır.. Bağımsızlığımızı fiilen ABD, AB ve küresel güçlerle paylaştığımızı görebiliyoruz..

Yürürlükteki Anayasamıza göre; her Türk mutlaka Atatürkçü olmalıdır. Her Türk, Atatürk’ü ve Atatürkçü Düşünce’yi anlamak, yaşamak ve yaşatmak için çaba harcamalıdır. Çünkü milletimiz, Atatürk’ü tanıdıkça doğrudan kendini tanıyacaktır. Geleceğine ait güveni artacaktır. Yarınlara daha iyimser gözle bakacaktır.

Binlerce yıllık Türk tarihi içindeki devlet adamlarının en büyüklerinden biri olan Atatürk, Türklüğün yakın çağdaki en önemli simgesidir. O, tarihten silinmek istenen Türk ismini yeniden dünya tarihine altın harflerle kazımıştır. Bugün bağrından çıktığı Türk milleti ile birlikte insanlık alemi O’nun fikirleri ile yaşantılarına yön vermektedir.

Türk milletinin % 92’sinin oyları ile kabul edilen ve bugün tamamı ortadan kaldırılmaya çalışılan 1982 Anayasası, Atatürkçü Düşünce temeli üzerine oturtulmuştur.

Atatürk ile birlikte geçen asra damgasını vuran Hitler, Musolini, Stalin, Lenin, Mao Che Tung, Tito gibi liderler fikirleri, eserleri ve heykelleri ile birlikte tarihin derinliklerinde yerini almışlardır. Bugün yaşayan ve tarihe damgasını vuran tek lider Mustafa Kemâl Atatürk’tür.

Atatürk’ü bugün dahi yaşatan ve yarınlarda da yaşatacak olan husus; O’nun TUTARLI, DENGELİ ve ayni zamanda UYGULANABİLİR sağlam bir düşünce sistemine sahip bulunmasıdır. Günlük yaşantımızda sık kullandığımız “Atatürkçülük” ve “Atatürkçü Düşünce”kavramları Anayasamızın fikri özünü teşkil etmesinin yanında, toplum hayatımızı yönlendiren bir çok önemli yasada belirleyici, yönlendirici ve yol gösterici nitelikleriyle kullanılarak kurumsallaşmıştır. Bu yüzden bazı bürokratların işgüzarca davranarak bu kavramları günlük hayatımızdan çıkarma çabaları beyhude ve boş bir uğraştır. Çünkü bu değer yargılarını silmek sanıldığı kadar kolay değildir. Ben inanıyorum ki; yedi düvel birden gelerek saldırsalar, Türk milletinin gönlünde yer etmiş Atatürk sevgisini azaltamazlar bilakis bu sevgiyi arttırır ve kökleştirirler.

“Atatürkçü Düşünce”kavramı ile; Atatürk’ün kaynağını ve gücünü Türk milletinden, Türk milletinin binlerce yıllık köklü tarihi geçmişinden ve kültüründen aldığı; günümüz şartlarına, akla, mantığa, milletimizin ihtiyaçlarına, arzu ve isteklerine, kabiliyet ve becerilerine, çağdaş bilim ve teknolojinin gereklerine uygun bir tarzda geliştirdiği; Türk insanı ve Türk toplumunun davranışları ve faaliyetlerinin Türk milli hedefleri doğrultusunda yönlendirilip yönetilmesi için ortaya koyduğu düşünce ve görüşlerin bütünü akla gelmektedir. Atatürkçü Düşünce’yi kendisine hayat tarzı seçmiş ve uygulamakta olan kişiyi “Atatürkçü”, Atatürkçü’lerin topluca ve bir bütünlük içinde davranış ve eylemlerini ise “Atatürkçülük” olarak tanımlamaktayız.

Atatürkçü Düşünce; Türk toplumunu her alanda güçlendirmeyi hedef almasına rağmen Evren-Dünya-İnsan ve Toplum hakkında ortaya koyduğu fikirleri ve özellikle “Millet Egemenliği”, ”Milli Hakimiyet” ve “Tam Bağımsızlık” gibi kavramları ile artık tamamen Türklere has bir sistem olmaktan çıkmıştır. Evrensel boyutlara ulaşarak dünya milletlerinin ortak malı olmuştur.

Türk milleti Ata’sını tanımakta, benimsemekte ve sevmektedir. Ama sadece sevgi Atatürkçülük için kafi değildir. Bu gerçek ortada iken; devletçe ve milletçe 85 yıl gibi uzun bir sürede Atatürkçü Düşünce ve Atatürkçülük öğretisi istikametinde atılması gereken adımları atamadık. Atatürk sevgisini beyinlere kazıdık ama Atatürkçü Düşünceyi Anayasamızın öngördüğü gibi sahiplenip uygulama alanına sokamadık. Atatürkçü Düşünce’nin Türk insanı için değerini, evrensel boyutlardaki yerini ve gelecekteki geçerliliğini yeterince kavrayamadık. Yani Atatürkü sevmekten öteye geçemedik. Atatürkçülüğün fikri alt yapısını oluşturamadık. Sonunda günümüzde olduğu gibi Atatürk’ü hiç kabul etmeyen, ve tanımamakta direnen bağnaz bir kitlenin oluşmasını da engelleyemedik.

Oysa , Cumhuriyet yönetimleri Atatürkçülük yolunda mutlaka gerçekleştirilmesi gereken faaliyetleri yürütecek olan kurum ve kuruluşları yasalarla kurarak Atatürkçülüğü hukuk koruması altına almıştır.

Anayasanın 134. Maddesine göre 11.8.1983 gün ve 2876 Sayılı Kanun ile faaliyete geçen Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu bünyesindeki Atatürk Araştırma Merkezi’nin yasal görevleri incelendiğinde, Atatürkçülük faaliyetinin yurt çapında bütün kurum ve kuruluşlarımızın birbiriyle koordineli olarak nasıl yürütülebileceği hususunun detaylı olarak belirtildiği görülecektir.

Anayasamıza göre; her Türk mutlaka Atatürkçü olmalıdır. Her Türk, Atatürk’ü ve Atatürkçü Düşünce’yi anlamak, yaşamak ve yaşatmak için çaba harcamalıdır. Çünkü milletimiz, Atatürk’ü tanıdıkça doğrudan kendini tanıyacaktır. Geleceğine ait güveni artacaktır. Yarınlara daha iyimser gözle bakacaktır.

10 Kasım 2023’te Türk milleti’ne kutsal Anadolu toprakları üzerinde ölümsüz eseri Türkiye Cumhuriyetini armağan eden Atamızın aziz hatırasını saygı ile anıyorum.

Atatürk’ü ve Atatürkçü Düşünce Sistemini kendi siyasi ve ekonomik gelecekleri için rant aracı yapmayan ve bu düşüncenin arkasına sığınıp halkı aldatmayan gerçek Türk aydınlarını, Atatürkçülük öğretisine yardımcı olmaya davet ediyorum.

Bugün Atatürkçülük öğretisine her zamankinden daha fazla ihtiyacımız olduğunu değerlendiriyorum.

TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ 100 YAŞINA GİRMİŞTİR… TÜRK MİLLETİNİN CUMHURİYET SEVGİSİ HİÇ BİTMEYECEKTİR…

Cumhuriyet; fikren, ilmen, fennen ve bedenen kuvvetli ve yüksek seciyeli muhafızlar ister. Yeni nesli bu kemiyet ve keyfiyette yetiştirmek sizin elinizdedir.( Gazi Mustafa Kemal Atatürk/1924)


Türkiye Cumhuriyeti Devleti bugün yüz yaşına girmiştir. Bir asır önce o zamanın emperyalist güçlerine karşı verdiğimiz ölüm-kalım mücadelesi sonucunda kurulan Cumhuriyetimizin geçen yüz yıl sonunda ulaştığı gelişmişlik seviyesi kolay elde edilmemiştir.

Sahip olduğumuz kutsal vatan topraklarında çıkarı olan devletler ile bunların içimizdeki gizli uzantılarına karşı her alanda verdiğimiz mücadele aralıksız devam etmektedir. Bu topraklarda kaldığımız sürece bu amansız mücadelenin bitmeyeceği de bir gerçektir.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti; on binlerce yıllık Türk tarihi içindeki çok çetin deneyimlerin sonucu olarak çok sağlam temellere oturulmuştur. Bu oluşumda dökülen on binlerce şehidin kanı vardır. Gazilerimizin üstün gayreti ve alın teri vardır. Kuruluşunda milletçe verilen muhteşem mücadelede tarihten silinmek istenen bir milletin yitirilmiş görünen bütün öz yetenekleri , bilinmeyen ve anlaşılamayan özellikleri belirgin bir şekilde yeniden dünyaya ispat edilmiştir. Adeta Türk milleti küllerinden yeniden doğmuştur.

Türk Milleti için Cumhuriyet sadece bir idare tarzı değildir. Ayni zamanda bir varlık ilkesidir. Milletçe var olma şuurunun en üst düzeyde temsil edildiği temel taşıdır. Tarihin Türk Milletine kazandırdığı milli kültür kaynakları ile meydana gelen milli birlik ve beraberlik duygusunun tabii bir sonucudur. Bu şuurlu yapıya sahip olunmasa idi, bugün özgürlük ve bağımsızlıktan bahsetmemiz ve cumhuriyetin sağladığı imkanlardan yeterince yararlanmamız mümkün olmazdı.

Türkiye Cumhuriyeti; Türk Toplumunun bütün kesimlerinin dengeli, anlayışlı ve ayni amaçta birleşen davranışlarının yarattığı bir eserdir. Türk toplumunun çeşitli alanlardaki çıkarları arasında sağlanacak dengeler ve çözümler ancak demokratik Cumhuriyet düzeni içinde olağan hale gelebilmiştir.

Cumhuriyetimizin başlıca özelliği; tarihte ilk defa ideolojilerin, tahrik ve ayaklandırma isteklerinin; toplumları sınıflara ayırıp, birini diğerine hakim kılarak, ihtilallerle sonuç alma gayretlerinin dışında; Türk Milletinin dünyanın başlıca büyük kuvvetlerine karşı tamamen yalnız kaldığı anda; kendisini sömüren güçlerin yönettiği bir ortamda harekete geçerek kurduğu tamamen kendine özgü bir sistem olmasıdır. İşte bu özelliği dolayısıyla Cumhuriyetimiz kendisinden önceki ihtilaller ve siyasi hareketlerle kıyaslanarak açıklanamayacağı gibi her birinin ulaştığı sonuçlar açısından da bir değerlendirmeye tabi tutulamaz.

Cumhuriyetimiz içeriden ve dışarıdan pek çok saldırı ile karşılaşmasına rağmen geçen 100 yıl içinde kuşaktan kuşağa devredilen ilkelerinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Çünkü bu ilkeler daima Türk Milletinin güvenlik, mutluluk ve refah isteklerinin kefili olmuştur. Geçen 100 yılda Türkiye Cumhuriyetinin iç ve dış düşmanları ortadan kalkmamış ve hatta çoğalmıştır. Yakın bir gelecekte kalkmayacaktır da. Ancak Cumhuriyetimizin dayanakları olan milli güç unsurlarımız ile Anadolu Türk Toplumunun toprağına ve devletine bağlılığı dolayısıyla bu devletin dünya üzerindeki yeri, üniter yapısı, önemi ve gücü düşmanlarının fiil ve hareketleri ile asla değiştirilemeyecektir.

Cumhuriyete yönelik saldırıları etkisiz kılan Türkün milli gücü; binlerce yıllık tarih içerisinden süzülerek gelen ve elde kalan yegane koruyucu unsurdur.

Cumhuriyet yönetimi; çelişkiler yerine dengeli davranmayı; uzlaşmazlıklar yerine barışı; ayrılıklar yerine birlik ve beraberliği; parçalanmak yerine bütünleşmeyi hedef almıştır.

Cumhuriyetin kurulmasında nasıl kan, emek, ter, ve millet olma çabası varsa; O’nun korunmasında, geliştirilmesinde ve ilkelerinin savunulmasında da ayni çabaların olması gerekir. Fakat günümüzde bunlarda yeterli değildir. Cumhuriyetimiz bilim üzerine inşa edilmiş bir anıttır. Bu nedenle emeğin, terin ve kanın yetersiz kalabileceği anlar olacaktır. 100 ‘üncü yılında Cumhuriyetimiz ancak müspet ilimlerdeki ilerleme, akıllı ve mantıklı düşünce ve çağın gelişmelerine uygun teknolojiye yer verilen bilimsel çalışmalarla korunabilecektir.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk; bütün başarılarına Türk Milleti ile birlikte hareket ederek ulaşmıştır. Cumhuriyet Tarihimizde Atatürk İlkeleri ve İnkilâpları olarak adlandırdığımız gelişmeler; tamamen milletin desteğini alarak, milletin temsilcileri tarafından kabul edilip, Türkiye Büyük Millet Meclisinde milletin temsilcileri tarafından kanunlaştırılarak bizzat millete mal edilmiştir.
T.C. Anayasasında da ülkenin yönetiminde temel esas olarak kullanılması kabul edilen Atatürk İlke ve İnkılâpları bunun için kalıcıdır ve değişmez kurallar olarak toplumumuzda kökleşmiştir. Ve bu kurallar tam 100 yıldır ülkemizin yönetiminde yönlendirici rol oynamakta ve gündemimizi belirlemektedir.

29 Ekim 2023’de Türkiye Cumhuriyeti Devleti ; bin yıldır üzerinde yaşadığı Anadoluyu gerçek ve kalıcı bir anayurt olarak kabul etmiştir. Bütün güçlüklere rağmen bu yurdu modern dünyanın ihtiyaçlarına cevap verecek tarzda mamur hale getirmiştir.

Mevcut coğrafi konumundan kaynaklanan iç ve dış tehditlere karşı geçen 100 yılda pek çok sınavdan geçerek tecrübe kazanılmıştır. Sonunda başarılı bir mücadele ile bugünkü kalkınmışlık düzeyine erişilmiştir. Bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti; kendisine uzanacak bütün namert elleri hukuk ve demokrasi kuralları içinde kıracak güce, tecrübeye, bilgiye ve cesarete sahiptir.

Yüce önder Mustafa Kemal Atatürk; Türk milletinin öz benliğinde bulunan hürriyet, bağımsızlık, dürüstlük, çalışkanlık ve bilimsellik gibi özgün vasıflarını modern bir devlet bünyesinde bir araya getirmenin huzuru ile anıtkabirde yatarken, Türk Milleti; O’nun ölümsüz eseri olan Cumhuriyetimiz ile bu Cumhuriyetin temeli olarak kabul ettiğimiz, dünyayı bir uçtan bir uca kaplayan üstün Türk Kültürüne sahip çıkmanın haklı gururunu yaşamaktadır.